Ekim ayında yayımlanan bazı eserlerin gözden kaçması ve bültenden sonra duyurulan etkinlikler nedeniyle bir ek sayı hazırlamayı uygun gördük. İstifadenize sunuyoruz.
Geçtiğimiz Ay: Ekim 2024
Yayınlar
Kitaplar
Sivil İtaatsizlik,Serkan Ekiz, İstanbul, On İki Levha, 2024.
Müdafaa-i Hukuk'tan İnşa-i Hukuka: Türk Devrimi'nin Hukuksal Yönleri, Kerem Ali Vahap, İstanbul, On İki Levha, 2024.
Hukuk Teorisi ve Metodolojisi, Halil Kalabalık, Doğa E. Doğancı, Ankara, Seçkin, 2024.
Hukuk metodolojisinin konuları arasında özellikle hukukun öğrenilmesine ve öğretilmesine büyük katkıları olacak kavram haritalama, zihin haritalama metotları ile hukukta tasarım metodunun ve hukuk eğitimi metotlarının dahil edilmesi, hukukun anlaşılır kılınması ve profesyonel hukukçular ile diğer hukuk uygulayıcılarının yetişmelerinde çok büyük fayda sağlayacaktır. Zira günümüzde hukuk eğitimi ve öğretiminin süreçlerinin ve bunun temel ilke ve esaslarının, hukukçu yetiştirme amacına uygun olması ve ilke ile esaslarının bu amaç̧ merkez alınarak belirlenmesi gerekir.
Hukuk teorisi ve metodolojisinin hukuk fakültelerinde ders olarak okutulması oldukça yenidir. Gerek zorunlu gerek seçimlik bir ders olarak okutulan derse ilişkin kitap; hukuk teori ve metodolojisine, hukuk eğitiminin ilerlemesine faydalı ve düşündürücü bir katkı üretebileceği inancıyla hazırlanmıştır.
Makaleler
Akı, E. İrem, “Hukuk Felsefesi Öğretiminde Edebiyat Eserleri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C: 73, No: 3, 2024, s. 1775 - 1798.
Öz
Edebiyat eserleri hem Türkiye’nin hem de Dünya’nın çeşitli üniversitelerinde Hukuk ve Edebiyat dersleri aracılığıyla hukuk eğitiminde yer almaktadır. Bu makalede edebiyat eserlerinin hukuk felsefesi dersinde kullanımının dersin işleyişine nasıl bir katkı sunacağı üzerinde durulacaktır. Edebiyat eserleri hukuk felsefesi dersinde ne işe yarar? Edebiyat eserleri aracılığıyla hukuk felsefesi dersinde veremediğimiz neyi veririz öğrenciye? Bu soruları yanıtlamak için birinci bölümde hukuk felsefesinin hukuk eğitimindeki yeri ortaya koyulacak, ikinci bölümde hukuk felsefesi alanındaki gelişmeler ışığında Hukuk ve Edebiyat akımının ortaya çıkışı üzerinde durulacak ve üçüncü bölümde de hukuk felsefesi öğretiminde, edebiyatta hukuk yaklaşımı çerçevesinde, alternatif bir yöntem olarak edebiyat eserlerinin ne tür olanaklar sağlayabileceği tartışılacak ve edebiyat eserlerinin hukuk felsefesi öğretimi için üç olanak sunduğu iddia edilecektir. Buna göre ilk olarak edebiyat eserleri adalet, sosyal adalet, önyargılar, otorite, hukuka bağlılık gibi belirli kavramları tartışmak; ikinci olarak hukukçunun önemli bir işi olan kişilerin eylemlerini belirli bir bağlam içinde görmek ve değerlendirmek; üçüncü olarak da kişilerin eylemlerini değerlendirirken veya yargılarken önyargıların nasıl adaletsiz durumlara yol açtığını göstermek bakımından zengin kaynaklardır. Makalenin son bölümünde de Necip Fazıl Kısakürek’in Reis Bey oyunu üzerinden önyargılar ve yarattıkları adaletsiz durumlar tartışılacaktır.
Avcı, Emin: “Yapay Zekânın Toplumsal Karşılığı ve Karşıtlığı Üzerine Bir Derleme”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 239-259.
Öz
Bu makale, yapay zekâ teknolojisinin toplumsal etkilerini, toplumun bu teknolojiye nasıl tepki verdiğini, yapay zekâ kullanımının toplumsal ve ekonomik sonuçlarının neler olduğunu ve bu süreçte toplumun kabul derecesinin ne şekilde geliştiğini özetlemektedir. Yapay zekânın toplumsal karşılığı ve karşıtlığı, teknolojinin hızla evrimi ve yaygınlaşmasıyla birlikte karmaşık bir konu haline gelmiştir. Yapay zekâ, günümüzde birçok sektörde hızla gelişen ve etkili bir şekilde kullanılan bir teknolojidir. İmalat sektöründen sağlığa, eğitimden güvenliğe kadar birçok alanda yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak, bu teknolojinin hızlı yükselişi beraberinde bazı endişeleri ve eleştirileri de getirmiştir. Özellikle işgücü piyasası, özel yaşamın gizliliği, etik sorunlar ve insan zekâsının yerini alması gibi konularda toplumsal endişeler bulunmaktadır. Yapay zekâ, iş süreçlerini otomatize ederek bazı sektörlerde işgücü ihtiyacını azaltabilir, bu da işsizlik sorunlarına sebebiyet verebilir. Ayrıca, bireylerin özel yaşamlarının yapay zekâ tarafından izlenmesi endişe yaratırken, etik konular da tartışmalara neden olmaktadır. Buna rağmen, yapay zekâ aynı zamanda büyük veri analitiği, derin öğrenme ve doğal dil işleme gibi alanlarda önemli başarılar elde etmiştir. Toplum, yapay zekânın olumlu etkilerinden yararlanırken, eleştiriler ve endişeler de dikkate alınarak bu teknolojinin geliştirilmesi ve kullanılması konusunda dengeli bir yaklaşım benimsenebilir. Bu bağlamda çalışmada yapay zekânın mahiyeti, gelişimi ve toplumsal karşılığı yanında toplumsal karşıtlığı ile yapay zekâ tasarım ve geliştirme konusunda öneriler getirilmiştir.
Avcı, Pınar Aktaş: “Yeni̇ Bi̇r Ergi̇nli̇k Türü: ‘Di̇ji̇tal Ergi̇nli̇k’”, Adalet Dergisi, No: 73, 2024, s. 855-885.
Öz
İnternet kullanımının yaygınlaşması ve çocukların dijital dünyada daha fazla görünür olması söz konusu mecralarda çocukların korunmasını zorunlu hale getirmiştir. Dijital mecrada kullanıcı olan çocukların belli bir yaş ve olgunluğa erişmesi gerekliliği dijital erginlik kavramını ortaya çıkarmıştır. Dijital erginlik, çocukların dijital ortamlarda erişim, paylaşım ve etkileşim haklarının belirli yaş sınırları ve kurallar çerçevesinde tanınması ve korunması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, çalışma web siteleri, video platformları, podcast ve sesli içerikler, mobil uygulamalar, online oyunlar ve e–ticaret siteleri gibi dijital mecraların kullanıcılarının çocuk olduğu durumlarda koruma gerekliliğinden hareketle, bu alanlara yönelik hukuki düzenlemeleri başlangıç noktası olarak ele almıştır. Çevrimiçi onay mekanizmalarının, çocuklara zarar vermeden nasıl işletilebileceğini araştıran çalışma, onay veren kişinin genel kabul gören erginlik yaşının altında olması durumunda bile çocuğun dijital mecralarda var olmasını sağlayacak şekilde koruma sağlayan hukuk sistemlerini incelemiştir. Söz konusu düzenlemelerin hukuk sistemimiz üzerindeki etkileri değerlendirilmiş ve çocuğu korumaya yönelik kurallar çerçevesinde dijital erginlikle ilgili çözümler belirlenmiştir.
Aydın, Özgür: “Devlet Alanında Zamanı Anlamlandırma Yetkisinin Hukuki Boyutu”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 73, No: 3, 2024, s. 1837-1863.
Öz
Bu makalede, devlet alanında zamanı yorumlama ve anlamlandırma yetkisinin hukuki sınırları üzerinde durulmaktadır. Zaman, insanlık tarihi boyunca bilimin her alanında anlaşılmaya çalışılan kavramlardan birisidir. Araştırma sürecinde zaman ve insan ilişkisi, gündelik hayatta zamanın insan yaşamındaki önemi sorgulanmaktadır. Sosyal gruplar içinde insanın zamana ilişkin yorum yapabilme ve anlamlandırma özgürlüğünü kısıtlayan iktidar öbekleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Devlet alanı dikkate alındığında, insanın zamanı anlamlandırmasında etkisi görülen en kapsamlı ve üstün gücün siyasi iktidar olduğu görülmektedir. Siyasi iktidarların tarihsel süreçte zamanı yorumlama faaliyetleri ve bu faaliyetleri gerçekleştirirken amaçlarının ne olduğu irdelenmektedir. Siyasi iktidarların takvimleri belirleme faaliyetleri ile insanın ihtiyaçları arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir. Siyasi iktidarların zamanı keyfiyetle yorumlama faaliyetlerini sınırlayan hukuk düzeni anlaşılmaya çalışılmaktadır. İnsan hakları, kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti ilkeleri bakımından zamanı anlamlandırmanın önemi tespit edilmektedir. Ulaşılan veriler ekseninde, siyasi iktidarın zamanı yorumlama faaliyetlerinde uyması gereken modern hukuk düzeninin ilkeleri ortaya konmaktadır. Teknolojik gelişmelerin sosyal hayattaki etkisi dikkate alınarak, zamanı yeniden yorumlamayı gerektirecek sebepler gösterilmektedir.
Eren, Esra Yılmaz: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yargılamasında Dostane Çözüm ve Tek Taraflı Deklarasyon Usulü: Adalet Verimlilik Çatışması”, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 28, No: 4, 2024, s. 453-496.
Öz
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başvuru sahipleri tarafından gündeme getirilen insan hakları sorunlarını sınırlı insan kaynağı ile makul sürede çözmeye çalışmaktadır. İş yükünü azaltmak amacıyla dostane çözüm ve tek taraflı deklarasyon gibi usuller yargılamanın parçası haline getirilmiştir. Böylece özellikle yerleşik içtihadın bulunduğu mükerrer davalarda tarafların Mahkeme gözetiminde anlaşması ile uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulması amaçlanmaktadır. Öte yandan Mahkeme 2019 yılından itibaren bütün başvurular bakımından dostane çözüm teklifinde bulunmayı ana kural haline getirmiştir. Bu uygulamanın yargılama sürecinin hızlanmasına ve Mahkemenin etkinliğinin arttırılmasına katkıda bulunacağı ifade edilmektedir. Ancak usulün otomatik olarak tüm davalar bakımından uygulanması başvurucular bakımından hak kaybına yol açabilecek ve madde 2 ve 3 gibi ciddi insan hakları ihlalleri bakımından bu usul, mağdur yanında Mahkeme’nin misyon ve itibarına da zarar verebilecektir. Bu makalede, AİHM’in iş yüküne çare olarak geliştirilen dostane çözüm ve tek taraflı deklarasyon usulleri, yargılama sistemi reformları ışığında ele alınmaktadır. Her bir çözüm yolunun olumlu ve olumsuz yönleri incelenerek, mahkeme önündeki bütün başvurular bakımından adeta hızlandırılmış usul şeklinde yeknesak bir uygulama oluşturulmasının AİHM yargılama sistemi bakımından sakıncalarına değinilmektedir. İnsan hakları yargılamasında uzlaşmanın hangi hallerde meşru sayılabileceği değerlendirilerek özellikle tek taraflı deklarasyon usulünde mağdurların rızası hilafına başvurunun sonlandırılması karşısında bu usulün madde 2 ve 3 ihlali gibi ciddi nitelikteki insan hakları ihlalleri bakımından daha titizlikle uygulanması ve Bakanlar Kurulu’na da denetim yetkisi tanınması gerektiği ifade edilmektedir. Başvuruların hızlıca çözüme kavuşturularak Mahkemenin verimliliğinin arttırılması ile insan hakları ihlallerinin tespiti ve mağdurun tatmini suretiyle adaletin sağlanması arasındaki denge doğru belirlenmelidir.
Fendoğlu, Hasan Tahsin: “Yeni̇ Si̇vi̇l Anayasanın Yol Hari̇tasi”, Adalet Dergisi, No: 73, 2024, s. 15-44.
Öz
Yeni sivil bir anayasanın yapımı gündemdeki yerini korumaktadır. Yeni sivil anayasa yapılma ihtiyacı, mevcut Meclisin yeni anayasa yapmaya yetkili olması, bu konudaki yöntem ve sürecin belli olmaması, yeni anayasada yer alması düşünülen konular bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Mevcut 1982 Anayasasının, şu ana kadar yapılan değişikliklere rağmen uygulamada görülen aksaklıkları, daha önce kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmalarının olumlu ve olumsuz yönleri burada ele alınmıştır. Anayasa Uzlaşma Komisyonunun uzlaşamadığı konular incelenmiş, geleceğe bir perspektif çizilmeye çalışılmıştır. Yeni anayasa yapımı usul ve esas açısından analiz edilmiş anayasanın başlangıcı, temel hak ve hürriyetler, yasama, yürütme ve yargı konuları irdelenmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sağduyunun hâkim olması halinde, yeni bir anayasanın yapımında başarılı olunabileceği görüşüne ulaşılmıştır.
İba, Hasan: “Ceza Hukuku Perspektifinden ‘Tramvay Problemi’”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 73, No: 3, 2024, s. 1709-1773.
Öz
Çoğunluğun yaşama hakkı ile azınlığın yaşama hakkı arasındaki çatışmayı konu edinen tramvay problemi, deontolojik etiğin en ünlü düşünce deneylerinden birisi olup yaklaşık yarım yüzyıldır psikoloji, sinirbilim, etik ve hukuk gibi birçok farklı alanda üzerine çalışmalar yapılan önemli bir konudur. Tramvay problemi, biri deskriptif (tanımlanabilir), diğeri normatif (değerlendirilebilir) nitelikte olan iki alt problemden oluşmaktadır. Deskriptif problem, çoğunluğun yaşama hakkı ile azınlığın yaşama hakkının çatıştığı aynı nitelikteki olaylarda neden farklı değer yargılarına sahip olduğumuza ilişkin iken normatif problem, çoğunluğun yaşaması için azınlığın yaşamını kaybetmesine neden olunmasına izin verilip verilemeyeceği, verilebilecekse bunun hangi koşullarda mümkün olduğu ile ilgilidir. Yaşama hakkı, ceza hukukunun korumayı amaçladığı hukuki değerlerin başında gelmektedir; bu yüzden tramvay problemine konu ikilemlerde süjenin “nasıl davranırsam davranışım hukuka aykırı olmaz” sorusuna ceza hukukunun bir yanıt vermesi gerekir. Çoğunluğun yaşamını kaybetmesine mi izin verilecektir yoksa çoğunluğu kurtarmak için masum azınlığın yaşamını kaybetmesine neden olunmasına mı? Bu çalışmada tramvay problemi ve bu problemin ceza hukuku bakımından çözümü ele alınacaktır.
Kaya, Semih: “Yürütme Kuvveti̇ni̇n Kuramsal Temelleri̇”, Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 19, No: 2, 2024, s. 1017-1055.
Öz
Kuvvetler ayrılığı, kökleri ve gelişimi çok öncesine dayansa da anayasacılığın temel ilkelerinden birisidir. Buna göre devlet kudreti yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç ayrı erke bölünmelidir. Bu şekildeki iktidar paylaşımı demokratik bir devletin garanti edici özel- liğini ortaya koymaktadır. Ne var ki günümüzde gelinen aşamada yü- rütme kuvvetinin söz konusu kuvvetler arasında ön plana çıktığını, politika yapma sürecini yönetme ve hukuk yapımı da olmak üzere demokrasinin bir gereği olarak yasama kuvvetinde tecelli etmesi ge- reken nitelikleri bünyesine kattığını görmekteyiz. Elbette yürütmenin bu şekildeki yetki genişlemesinde pek çok etken söz konusu edilebilir. Ancak burada bizim araştırdığımız temel husus, yürütmenin doğası ve anlamı bakımından bu yetki genişlemesine eğilim gösterip gösterme- diğidir. Ulaştığımız netice ise yürütme kuvvetinin tabiatı gereği ikti- darı elinde bulundurmaya, tek elde toplanmaya ve yetkisini genişlet- meye olan istekliliğidir.
Kayar, Betül: “İslami̇yet Öncesi̇ Türk Devletleri̇nden Osmanlı Devleti̇’ne Hâki̇m Yardımcılığı”, Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 19, No: 2, 2024, s. 1057-1081.
Öz
7413 sayılı kanun ile Hakim ve Savcılar Kanunu’nda değişiklik ya- pılmış ve yargı teşkilatımıza hakim savcı yardımcılığı getirilmiştir. Yargı teşkilatımız bakımından bir ilk olmakla birlikte bu kuruma benzer ör- neklerin tarihimizde mevcut olduğu bilinmektedir. Hakim savcı yar- dımcılığına hukuk tarihimizde en benzer kurum Osmanlı adli teşkila- tında görev almış nâiblerdir. Osmanlı öncesi ve hatta İslamiyet öncesi- ne gidildiğinde benzer bir kurumun mevcut olup olmadığı sorusu ise bu çalışmanın konusudur. Çalışmada İslamiyet öncesi Türk ve Moğol dev- letleri ile İslamiyet sonrası Türk ve Müslüman devletler hakkında önemli bilgiler veren literatür taranmış ve şu sonuçlara varılmıştır:İslamiyet öncesi Türk devletlerinde devlet işlerinde yardımcılar olması önemsenmiş ve öğütlenmiştir. Fakat yargı işini yürütenlere yardımcı olan görevlilerden bahseden açık bir bilgiye rastlanılamamıştır. Çağa- tay Hanlığı ve İlhanlılar’da ise yargılama işlerini yürütenlerin yardımcı- ları olduğu görülmüştür. İslam Devleti’nde Hz. Peygamber döneminden itibaren yargı işlerini yürüten kimselerin çeşitli işlerle görevlendirdiği hakim yardımcısı benzeri kimseler olmuştur. Dört Halife döneminde de bu uygulama sürdürülmüştür. Abbasiler döneminde kadıların belirli işlerle yetkilendirdiği nâibler çeşitli açılardan kadılara yardımcı olmuş- tur. Tarafların farklı mezhepten olması ve talep etmeleri halinde kadı- lar, ilgili mezhebe mensup kimseleri söz konusu uyuşmazlık için görev- lendirebilmiştir. Bu noktada görev alanların da hakim yardımcılığına benzer işlev gördüğü söylenebilir. Memlük Devleti’nde de Abbasi uygu- lamasına benzer uygulamalar mevcut olmuştur. İşlerin yoğunluğu se- bebiyle yargı işlerine bakmak üzere veya farklı mezhepler söz konusu olduğunda vekiller görevlendirilebilmiştir. Ayrıca Memlük Devleti mahkemelerinde görevleri açık olmamakla birlikte sayısı birden fazla olan nâiblerin bulunduğu görülmüştür.
Kılıç, Muharrem: “İnsan Haklarının Küresel Yönetişimi: Değersel ve Sistemsel Kriz”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 73, No: 3, 2024, s. 1799-1836.
Öz
Küresel yönetişim ilk olarak “küresel” niteleyicisi olmadan 1980’li yılların sonlarından itibaren modern siyasi iktidarların nasıl el değiştirdiğini tanımlamaya ve açıklamaya çalışan kamu politikası olarak ortaya çıkmıştır. Geleneksel hiyerarşiye dayalı yönetim anlayışının ikamesi olarak düşünülen yeni yönetişim formları, teşvik edilmeye başlanmıştır. Böylelikle yönetişim, demokratik siyasal sistem içerisinde yurttaşların daha aktif politik öznelere dönüşmesinin imkanını yaratmıştır. Yönetişim ilkesinde otorite ve meşru gücün kaynağı, saltlıkla kamu otoritesinden (devlet) değil sivil toplumdan da neşet etmektedir. Nitekim yerel, bölgesel ve küresel ölçekte yönetişimin heryerdeliği ve kuşatıcılığı, yönetme erkinin tek başına devlet aygıtlarına indirgenmesini imkânsızlaştırmaktadır. Bu noktada kamusal aktörler, uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları ve ulusal insan hakları kurumları yönetişim düzeneğinde yerini almaktadır. Ulusal insan hakları kurumları, yerel ile uluslararası yönetişim arasındaki köprü vazifesinden ötürü insan haklarının yönetişiminde önemli bir kurumsal aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak savaşlar, iç çatışmalar; ağır insani trajediler, yeni sömürge düzenleri; kültürel ve kimliksel parçalanmalar küresel yönetişim aktörlerinin kurumsal rollerinin sorgulanmasını da beraberinde getirmektedir. Ulusötesi sermayedarların ve daha çok elitist küresel hegemonların çıkarlarına hizmet etmeyi temel misyon edinen yeni yönetişim aktörlerinin kırılgan doğası, küresel adaletsizliğin giderek derinleşen bir krize dönüşmesine yol açmaktadır.
Mayak, Faysal: “Mecli̇s-i Mebusan’daki̇ Adli̇ye Nezareti̇ Bütçesi̇ Görüşmeleri̇ Çerçevesi̇nde Osmanlı Adalet Si̇stemi̇ni̇n Durumu (1910-1912)”, Adalet Dergisi, No: 73, 2024, s. 557-589.
Öz
II. Meşrutiyet döneminde Meclis-i Mebusan’da Adliye Nezâreti bütçesi için 1910, 1911 ve 1912 yıllarına ait yapılan görüşmelerde, Osmanlı adalet sisteminin eksiklerini gidermek ve daha düzgün çalışmasını sağlamak için görüş ve öneriler mebuslar tarafından ortaya konmuştur. Kendi seçim bölgelerinde gördükleri adliye teşkilatının aksayan yönlerini Meclis’te gündeme getirerek halkın taleplerini dile getirmişlerdir. Kısıtlı bütçe imkânları ölçüsünde adalet sistemini düzeltmek için atılması gereken adımları tartışan mebuslar, iyi yetişmiş adliye personelinin azlığından ve adliye teşkilatının birçok bölgede kurulmamış olmasından şikâyet etmişlerdir. Bütçe görüşmelerinde mebusların üzerinde durduğu diğer bir konu, adliye çalışanlarına ödenen maaşların azlığı ve orantısızlığı olmuştur. Düşük maaşlı adliye mensuplarının karar verirken geçim derdini düşünerek haktan sapabileceklerine dikkat çekmişlerdir. Meclis’teki görüşmelere katılan Adliye nazırları da adalet sisteminin durumunu kendi açılarından ele almışlar, düzenli işleyen bir hukuk yapısı kurmak için yaptıkları çalışmalardan bahsetmişler ve kendilerine yöneltilen eleştirilere cevap vermişlerdir. Meclis-i Mebusan’da adliye teşkilatının düzeltilmesi için alınan kararlardan kısa sürede istenen verim alınamadı diye hemen vazgeçilmesi ve eski uygulamalara dönülmesi istikrarsız bir yapının oluşmasına sebep olmuştur. Mevcut adliye çalışanlarının yeterli nitelikte olmadığı gerçeğinden hareketle tedbir alma yoluna gidilmiş, hukuk eğitimi alan ve mesleki tecrübe edinen personel yetiştirilmek istenmiştir. Bu çalışmanın amacı; 1910-1912 yılları arasında Meclis-i Mebusan’da adliye bütçesi için yapılan görüşmeleri esas alarak adalet sisteminin durumunu ortaya koymaktır. Çalışma oluşturulurken ana kaynak olarak Meclis-i Mebusan Zabıt Cerideleri kullanılmıştır. Buna ek olarak, dönemin gazetelerinden ve arşiv belgelerinden yararlanılmış, adliyeyle ilgili gelişmelerin basına nasıl yansıdığı ve resmî belgelerde durumun hangi biçimde göründüğü gösterilmeye çalışılmıştır. Zabıt cerideleri, gazeteler, arşiv belgeleri ve araştırma eserler kimi zaman birbirini desteklemek kimi zaman da karşılaştırma yapmak amacıyla kullanılmış ve çalışma vücuda getirilmiştir.
Möllers, Thomas, Erhan Temel: “Avrupa Yeşil Mutabakatı: Yeşil Yıkama, Bilgi Taşkınlığı ve İyi Kurumsal Vatandaş Özelliği Unutulan Yatırımcı”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 73, No: 3, 2024, s. 2119-2180.
Öz
Bu çalışma Avrupa Yeşil Mutabakatını ve sermaye piyasasının aktörlerinden yatırımcı olarak iyi kurumsal vatandaşı konu etmektedir. Avrupa Avrupa Birliği’nin birkaç yıldan beri yaptığı düzenlemelerle, finansal piyasaları sürdürülebilirlik konusunda yönlendirme çabalarının akabinde, şimdi de Lamfalussy sürecinin birinci ve ikinci seviyelerindeki düzenlemeleri hayata geçirilmektedir. "Sürdürülebilirlik" kavramının kapsam ve içeriği her geçen gün daha da belirgin hala gelmesine karşın, şimdiye kadar hukuki düzenlemelerde, finansal ürünleri ihraç eden devletlerin ve şirketlerin ve de bunları talep eden yatırımcıların pozisyonlarının yeterince yer bulamadığı yadsınamaz bir gerçektir. Bu yüzden yatırımcıların yanıltılması (İngilizce tabiriyle „greenwashing“ ) sorunu büyük ölçüde henüz çözümlenememiştir. Öte yandan, sermaye piyasası hukukunda, yatırımcıların “rasyonel karar verme ilkesi” ve "özetleme ve gerekçelendirme" araçları iyi bilinmektedir. Bu makale, çok sayıda somut örnekler kullanarak, Türkçede „yeşil yıkama“ olarak ifade edebileceğimiz „greenwashing“i ve sermaye piyasasında bilgi taşkınlığından kaynaklanan dezavantajların nasıl önlenebileceğine dair çözümler sunmayı hedeflemektedir.
Renk, Tuncay: “Kendi̇ Kaderi̇ni̇ Tayi̇n Meselesi̇ ve Mi̇kro-Mi̇lli̇yetçi̇li̇k”, Kırıkkale Hukuk Mecmuası, C. 4, No: 2, 2024, s. 599-626.
Öz
Kendi kaderini tayin meselesi her ne kadar hakim anlatıda toplumların kendi siyasi, iktisadi, sosyal ve benzeri geleceklerini kendilerinin karar vereceği, belirleyeceği biçiminde ifade edilse de, kavramın üretim ilişkileriyle kurulan ilişki neticesinde ifade edilişi ve içeriği tarihsel olarak dönüşmektedir. Bu makalede kendi kaderini tayin meselesinin, neoliberal dönemde mikro-milliyetçi oluşumlara emperyalist devletler tarafından politik yetkiler verilmesini sağlayacak şekilde bir anlam ve içeriğe sahip olageldiği iddia edilmektedir. Bununla birlikte, makalede söz konusu mikro-milliyetçi oluşumların da kendi kolektif zenginliklerini kapitalist merkeze devretmeyi taahhüt etmekte ve dışarının taleplerini içeri taşıyarak kendi egemenliklerinden emperyalist kapitalist merkez devletler lehine vazgeçmekte oldukları savlanmıştır. Kendi kaderini tayin meselesi, 20. yüzyılın küresel güç ilişkileri düzleminde sermaye birikiminin dinamikleriyle ve küresel güç ilişkilerinin yapısıyla bağlantılı olarak farklı içerikler edinmiştir. Kendi kaderini tayin meselesi bir doğal hak değildir. Mikro-milliyetçilik, neoliberal dönemde kendi kaderini tayin meselesinin içerik ve tatbikatlarından birisidir. Mikro-milliyetçi oluşumlar kendi toplumsal kaynaklarını emperyalist devletlerin çıkarına kullandıkları ölçüde, bu oluşumların sözde bağımsızlık iddiaları desteklenmektedir.
Sari, Mustafa Fatih: “Namık Kemal ve Osmanlı’da Anayasal Düşünceni̇n Geli̇şi̇mi̇”, Adalet Dergisi, No: 73, 2024, s. 615-639.
Öz
Osmanlı, 18. yüzyılda yaşanılan askerî kayıplar neticesinde gözünü Batı’ya çevirmiş ve askerî reform girişiminde bulunmuştur. İlerleyen yıllarda sorunların askerî reformlarla çözülemeyeceği anlaşılmış ve özellikle II. Mahmud döneminin sonlarında devlet düzeninde birtakım reformlara girişilmiştir. O dönemde yapılanların Batı’nın siyasî ve idarî kurumlarından izler taşıdığı açıktır. Bununla beraber esas kırılmanın Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat Fermanı ile gerçekleştiği kabul edilmektedir. “Devlet nasıl kurtarılacak?” sorusu hâlâ herkesin düşüncesinin merkezinde durmaktadır ancak artık bu soruya verilen cevaplar değişmeye başlamıştır. Reşid Paşa, ideal devletin oluşturulmasının “iyi hükümdar” yetiştirmekle ilgili bir mesele olmadığını düşünmektedir. Ona göre devlet idaresinde muvazeneyi sağlamak maddi varlıklar, müesseselerden geçmektedir. Tanzimat’ın ilerleyen yıllarında ise çarpıcı itirazlara sahip Yeni Osmanlılar hareketi filizlenmiştir. Bu hareketin belki de en önemli ismi Namık Kemal’dir. Onun düşüncesi gelenek/din ve Batı arasında bir sentez arayışının yansımasıdır. Bu doğrultuda İslâmî kavram ve kurumlarla Batı siyasî ve hukukî düşüncesinin ürettiği kavram ve kurumlar arasında bağ kurmak için yoğun bir çaba harcamıştır. Ona göre Batı düşüncesinde öne çıkan halk egemenliği, temel hak ve özgürlükler, hürriyet, parlamento, eşitlik gibi kavramların hepsinin İslâm düşüncesinde karşılığı bulunmaktadır. Her ne kadar söz konusu sentez çabası çelişkili bir muhtevaya sahip olmakla eleştirilse de, ilgili dönemin askerî, siyasî ve düşünce ortamı koşulları birlikte değerlendirildiğinde, bizatihi bu çabanın kendisinin bile ne kadar kıymetli olduğu görülecektir.
Söğüt, İpek Sevda: “Down Sendromunun Tespitinde İnvaziv Olmayan Prenatal Test (NİPT) Uygulamasının Eti̇k ve Hukuki̇ Yönü”, Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 19, No: 2, 2024, s. 635-674.
Öz
Doğum öncesi genetik tarama ve tanı testi uygulamaları, doğmamış bir çocuktaki genetik bozuklukları tespit etmek için kullanılan işlemler olup, bu işlemle genetik bozukluğu olan bir çocuğa sahip olma riski araştırılarak elde edilen sonuçlar, ebeveynlerle prenatal dönemde paylaşılmaktadır. Günümüzde biyoteknolojik gelişmelerin hızı ile, girişimsel olmayan yeni bir prenatal tarama testi olarak NIPT, farklı genetik durumlara göre gebelere, engelli bir bebeğe sahip olunup olunamayacağına dair olasılığın sunulduğu bir test uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Henüz tanı testi olmayıp, ileri bir tarama testi olarak rutin tarama testleri arasında da sayılmayan bu uygulamanın endikasyonları ve kullanım yaygınlığı, Down sendromunun tespitinde başvurulmasının avantajları, zarar vermekten kaçınma, seçim, özerklik ve rıza, eşitlik, adalet ve kapsayıcılık etik ilkeleri bakımından NIPT uygulamasının değerlendirilmesi, girişimsel olmayan bir prenatal test olarak ilgili uygulamanın hukuki niteliğinin ortaya konulması, NIPT uygulamasını öneren hekimin hastasını aydınlatmasının önemi ve hukuki sorumluluğu, Genetik Hastalıklar Değerlendirme Merkezlerinde yapılması gereken aydınlatmanın içeriği ve özellikleri bu çalışma kapsamında ele alınmaya çalışılmıştır.
Şahin, Can: “Disiplinlerarası Bir Çalışma Alanı Olarak Edebiyat ve Hukuk Ilişkisi”, Dil ve Edebiyat Araştırmaları, No: 30, 2024, s. 225-236.
Öz
Bu çalışmada edebiyat ile hukukun kesişim noktalarına değinmek ve bu disiplinlerin ilişkili olduğu hususlara dikkati çekmek amaçlanmıştır.Edebiyat, sanatçının hayal dünyasında kur¬guladığı insan gerçekliğinin örneklerini ihtiva eder; hukuk ise kişilerin birbirleri ve devletle olan ilişkilerini düzenleyen yasaları konu alan bilim dalıdır. Edebiyat ve hukuk ilişkisi araştırmaları akademik olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde başlamış ve 1960’lardan sonra bu alanda yapılan çalışmaların sayısı artmıştır.
Edebiyat ve hukukun hammaddesi dildir ve hukukun temel içerikleri bir metin aracılığıyla aktarılır. Hukuk insanların akıl ve vicdanına; edebiyat insanların duygu, düşünce ve ruhuna hitap etmesi yönüyle bu disiplinler ortak noktalarda buluşurlar. Hukuk insanı suça iten nedenleri değerlendirir, suçu önlemeye yönelik kanunlar yapar, suça ve suçluya müdahale eder. Edebiyat da insanı suça iten nedenlerden yola çıkar; fakat hukuktan farklı olarak insanı yargılamak yerine onu anlamaya çalışır.
“Edebiyat ve hukuk” edebiyat ile hukuk açısından kazanımları olan biralandır. Edebiyat, hukukçuların çalışmalarına nasıl yardımcı olabilir? Kurgudan elde edilen bilgiler hukukta nasıl kullanılır? Edebiyat hukuktan nasıl beslenir? Hukuki konular edebiyatta nasıl yer alır gibi soruların cevapları edebiyat hukuk ilişkisini ortaya koyar. Hukuk, kültürel içeriklerin yanı sıra güç bağlantılarını da yansıtan dilsel ve sosyal bir fenomen olarak kelimelerde saklıdır ve kelimelerle yeniden inşa edilir. Hukuk kurallarının nasıl yazıldığı, toplumun bunları nasıl anladığı ve bu kelimelerin arkasında nelerin saklı olduğu hususları önemlidir.
Hukukçu tarafından verilen bir karar toplum nezdinde ikna edici, vicdanları rahatlatıcı, şüpheleri giderici ve işlevsel olmalıdır. Hukuk eğitiminde edebiyattan istifade edilmesinin, doğru ve vicdani kararlar alınmasında etkili olacağı noktasında fikir birliği bulunmaktadır. Yargıçlar karar verirken kullanacakları prosedür ve teknikleri edebî kurgudan türetebilirler. Buna ek olarak edebiyat, bir metni algılama ve muhakeme etme yeteneğini artırır ve hukuki metinleri yorumlama melekesini geliştirir.
Suç, ceza, adalet, eşitsizlik, işkence, vicdan edebiyat ve hukukun ortak konularıdır. Dünya edebiyatında “klasik”unvanına sahip eserler daha çok hukukun alanına giren suç ve cezadan hareketle kaleme alınmıştır: Sefiller, Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Dava, Fareler ve İnsanlarakla ilk gelen eserlerdir. Edebî eserlere konu olan hukukikonular ve hukuksuzluklar, yargı mensuplarına yönelik eleştiriler, toplumda hukuksuzluklara karşı kamuoyu oluşmasına zemin hazırlar. Bu yönüyle edebîeserler, hem hukuktan beslenmesi hem de hukukçulara kılavuzluk rolüyle önemli bir işleve sahiptir.
Yıldırım, Serhan: “Hanefi̇ Geleneğinde Müftünün Hareket Tarzı”, Adalet Dergisi, No: 73, 2024, s. 539-556.
Öz
Bu makale, Hanefi geleneğinde müftünün fetva verme sürecini ve hareket tarzını teorik düzeyde incelemektedir. Hanefi geleneğinde fetva verme pratiği, kurucu İmam Ebu Hanife ve öğrencileri Ebu Yusuf ile İmam Muhammed’in görüşlerine dayanan bir hiyerarşi içinde şekillenmiştir. Bu hiyerarşi, mezhebin içtihat sistematiğinde ve fetva verme sürecinde belirleyici olmuştur. Müçtehit müftüler, içtihatta bulunma yetkinliğine sahip oldukları için zamanın şartlarına ve toplumsal ihtiyaçlara uygun fetvalar verebilme esnekliğine sahiptir. Buna karşın mukallit müftüler, önceki müçtehitlerin görüşlerini esas alarak ve mezhebin kurucuları tarafından belirlenen ana ilkeler doğrultusunda fetva verirler. Çalışmanın bulguları, Hanefi geleneğinde fetva verme sürecinin dinamik ve evrimsel bir yapıya sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyasi koşulların değişmesiyle birlikte, fetva verme süreci de bu değişimlere uyum sağlamaktadır. Müftünün fetva verirken toplumsal değerler, zaruret halleri ve amme maslahatı gibi unsurları dikkate alması, fetvaların güncel koşullara uygun olmasını ve mezhebin temel prensiplerine sadık kalmasını temin etmektedir. Özellikle müçtehit ve mukallit müftüler arasındaki farklar, bir taraftan fetva verme sürecinin esnekliğini ve değişen şartlara duyarlılığını gösterirken mezhep içi tutarlılık ve durağanlığı da gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda, Hanefi geleneğinde fetva verme sürecinin mezhep içi gelenekte durağanlık ve dinamiklik arasında nasıl bir denge-düzen ortaya koyduğu üzerinde durulmuştur.
Yıldırımer, Şahban: “İslam Hukukunun İngi̇li̇z Common Law Üzeri̇ndeki̇ Etki̇si̇ Tartişmaları - I”, Adalet Dergisi, No: 73, 2024, s. 45-62.
Öz
İslam hukuku ile common law arasında kimi alanlardaki benzeşim, bu hukuk sistemlerinin karşılıklı etkileşimini akla getiriyordu. Yapılan bilimsel çalışmalar bu etkileşimin karşılıklı olmaktan daha ziyade tek taraflı olduğunu destekler mahiyette idi. Bu alandaki ilk kıvılcımın “trust” kurumunun kökeni araştırılırken ortaya çıktığını ifade etmek mümkündür. Akademik çalışmalar etki alanlarını genişlettikçe bu etkinin kısmi değil genel olduğuna dair kanaatleri doğruluyordu. Ancak genel bir etkiden bahsedebilmek için çok daha fazla veriye ihtiyaç vardı. Aksi takdirde bu iddia, akademik anlamda temelsiz bir iddia olarak bilimsellik düzeyine ulaşmamış olacak ve bir temenniden hatta vehimden ibaret kalacaktı. Konu ikinci kuşak araştırmacıların da ilgi alanı içinde olmayı sürdürdü. Baba Makdisi’nin araştırmalarına oğul Makdisi yenileriyle katkı sağladı. Araştırma verileri kısmi etkiden genel ve tümel bir etkiye işaret ediyordu. Nihayet J. Makdisi, kendisinden önceki tüm akademik ve bilimsel araştırmaları da arkasına alarak en güçlü ifadeyle şu iddiayı dillendirdi: Common law sistemini etkilemesi mümkün ve muhtemel tüm hukuk sistemleri, bu hukuk anlayışı ile doku farklılığına sahiptir. İslam hukukunun İngiliz Common law hukuk anlayışını hem kurumsal hem de kuramsal olarak etkilediği hatta onu şekillendirdiği yönündeki tez üzerinde araştırmalar yapan St.Thomas Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gonzalez, Makdisi’nin görüşlerini son derece kışkırtıcı ve bir o kadar da ikna edici bulduğunu ifade eder. Makdisi’nin bu etkileşim için makul bir güzergâh çizebilmiş olmasını tezin en güçlü yanı olarak zikreder. Bu iddia ilkten duyanların kolaylıkla kabul edebilecekleri bir husus olmadığını kabul etmekteyiz.
Yörük, Ali Adem: “Osmanlı Erbâb-ı Hukuku! İtti̇had Edi̇n: Osmanlı Hukukçularının İlk Cemi̇yetleşme Teşebbüsleri̇ (1908-1910)”, Adalet Dergisi, No: 73, 2024, s. 291-366.
Öz
Türkiye’de siyasi hayatın dönüm noktalarından biri olan II. Meşrutiyet’in ilanından sonra en fazla dile getirilen özgürlüklerden biri, toplanma ve cemiyet kurma özgürlüğüdür. Kanun-ı Esasi’nin tekrar ilan edilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın açılacak olmasından dolayı yeni cemiyetlerin kurulması için uygun bir ortam oluşmuş; özellikle Temmuz 1908'den 31 Mart hadisesine (Nisan 1909) kadar çok sayıda cemiyet kurulmuştur. Cemiyet kurma konusunda hukukçular öncü gruplardan biri olmuştur. Bu yazıda II. Meşrutiyet döneminin ilk yıllarında faaliyet göstermiş altı hukuk cemiyeti tanıtılacaktır. Avukatların meslek örgütü olan Dersaadet Dava Vekilleri Cemiyeti, II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra ihya edilmiştir. Osmanlı Hukuk Cemiyeti, daha çok bilimsel hedeflerle yola çıkmış, ancak hukuk öğrencilerinin etkisinin artması üzerine bu amaçlardan uzaklaşmıştır. Dersaadet Mukayese-i Hukuk Müessesesi, hukuk alanında revaçta bir yaklaşıma dayanmaktadır. Talebe-i Hukuk Cemiyeti, öğrenci sorunlarının gündeme getirilmesi ve üniversite öğrencilerinin siyasileşmesinin tarihi bakımından önem taşımaktadır. Osmanlı Hukuk Encümeni, bir hukuk akademisi olarak tasarlanmıştır. Mekteb-i Hukuk Mezunları Cemiyeti, daha dar kapsamlı bir teşebbüs olacak, bütün hukukçuları değil, sadece Mekteb-i Hukuk mezunlarını biraraya getirmeye çalışacaktır. Bu cemiyetler tanıtıldıktan sonra dördünün nizanmanesi ekte sunulmuştur.
Bu Ay: Kasım 2024
Etkinlikler
14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali
22-28 Kasım tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleşecek festivale ilişkin detaylar için tıklayınız.
Temsilsiz Vergi Olmaz Neyi Talep Eder?
İstanbul Barosu Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Komisyonu’nun 19. dönem toplantısı Hasan Basri Çiftci’nin katılımı ile 14 Kasım Perşembe günü saat 19.00’da İstanbul Barosu Merkez Bina 6. katta gerçekleştirilecek.
Çağrılar
Max Planck Enstitüsü - Doktora Sonrası Araştırmacı
Max Planck Enstitüsü ceza hukuku teorisi, ceza hukuku felsefesi veya karşılaştırmalı ceza hukuku alanlarında disiplinler arası çalışmalar yürütecek doktora sonrası araştırmacı için duyuruya çıkmıştır.
Duyuru hakkında detaylı bilgi için tıklayınız.