Merhaba! 2024 yılını Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi alanı için verimli bir Aralık ayı ile geride bırakıyoruz. Bu dolu bültende gelecek ay gerçekleşecek etkinliklere yer verip kalabalıklaştırmak istemedik. Etkinlikleri özel bültenlerle sizlere ulaştırmak niyetindeyiz. 2025 yılındaki etkinlikleriniz için bizimle iletişime geçmeyi unutmayın!
2-4 Ekim 2024 tarihleri arasında gerçekleşen XI. Hukuka Felsefi ve Sosyolojik Bakışlar Sempozyumu bildiri özetlerine buraya tıklayarak erişebilirsiniz. Sempozyumda sunulan bildirilerin tam metinlerinin HFSA'nın 31. kitabında yayımlanması için yürütülecek çalışma hakkında katılımcılara ayrıca bir e-posta gönderileceğini de yeniden anımsatmak isteriz.
Ayrıca
Bültenimizin ilk sayısını yayımladığımız 27 Kasım 2023 gününden bu yana bir yılı aşkın süredir sürdürdüğümüz çabalarımızı 2025 yılında giderek daha ileri taşımayı umuyoruz. Bu doğrultuda bir adım atarak gözde atıf yönetimi ve araştırma programı Zotero’yu kullanarak bir kütüphane oluşturduk. Bu kütüphaneden her ay yayımladığımız yapıt ve etkinliklerin künyelerine ulaşabilirsiniz. Böylece güncel yayınların hepsinin derlendiği bir kaynak dizini oluşturmayı amaçlıyoruz.
Not: Gruba katılmak için Zotero üyeliğinizin bulunması gerekmektedir.
Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Gündemi Kütüphanesi Zotero Grubu
Yeni yılın değerli hocalarımıza, meslektaşlarımıza ve tüm insanlara sağlık, huzur ve mutluluk getirmesini diliyoruz.
Geçtiğimiz Ay: Aralık 2024
Yayınlar
Kitaplar
Arıkan, Engin: Doğal Hukukta Geleneğe Dönüş John Finnis, 1. bs, Ekin Kitabevi Yayınları, 2024.
Finnis çağdaş bir yazar olmasına rağmen geleneğe geri dönüşü temsil eden bir düşünürdür. Finnis'in felsefi pozisyonu klasik doğal hukuk kuramıdır. Kuramı ağırlıklı olarak klasik Antik Yunan ve Orta Çağ felsefesinden, özellikle de Thomas Aquinas'm görüşlerinden beslenmektedir. Yazar, başta insan iyisi olmak üzere pratik aklın gereklilikleri, ortak iyi, adalet, insan haklan, otorite, pozitif hukuk gibi pek unsuru bir araya getirerek kapsamlı bir doğal hukuk kuramı inşa etmiştir. Bu kuram her ne kadar hukuk felsefesi tartışmalarına müdahil olma açısından yeni veya modern olsa da esasında temeli Aquinas tarafından genel hatlarıyla oluşturulmuştur. Finnis'in kullandığı kuramsal yapıtaşları Aquinas'ta mevcuttur. Finnis, Aquinas'ın görüşlerini yeniden yapılandırmakta ve doğal hukuk geleneğinin esasında hiç de demode bir kuram olmadığını göstermektedir. Finnis'in görüşleri doğal hukuk kuramı kadar onun eleştiri hedefinde olan hukuki pozitivizm, faydacı ve deontolojik etik yaklaşımları açısından da önemlidir. Finnis'in geleneksel doğal hukuk anlayışı ve klasik felsefeden beslenen muhafazakâr etik pozisyonu; pozitivist, seküler, liberal entelektüel konsensüse karşı ciddi bir alternatif oluşturmuştur.
Aydoğdu, Aydoğdu, Burçin: Doğal Hukuk, Anayasa ve Sınıf Mücadelesi Boyutlarıyla Cicero’nun Adalet Tartışmaları, 2. bs, Adalet Yayınevi, 2025.
Çelik, Fatma: Popülizm ve Liberal Demokrasi Etkileşimi, 1. bs, Ankara, Yetkin Yayınları, 2024.
Gültepe, Zeynep: İktisadi Mağduriyet Açısından Uluslararası Hukuk Bağlamında Üçüncü Dünya Ülkelerinin Egemenlik Hakkı, 1. bs, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2024.
Hallaq, Wael B.: Şeriat: Teori-Uygulama-Dönüşüm, çev. Necmettin Kızılkaya, Ekin Yayınları, 2024.
Wael B. Hallaq’ın "Şeriat: Teori, Pratik, Dönüşüm" adlı eseri, İslam hukuku ve onun tarihsel, teorik ve pratik dönüşümleri üzerine kapsamlı bir inceleme sunar. Kitap, Şeriat'ın yalnızca bir hukuk sistemi olmadığını, aynı zamanda derin bir etik, ahlaki ve toplumsal düzen vizyonu barındırdığını vurgular.
Yazarın yarım asrı bulan akademik serüveninin bir muhassılası olan bu başyapıt, büyük oranda klasik oryantalizmin çizmiş olduğu günümüz İslam hukuku söylemini tersine çevirmiştir.
İslam hukukunu tarihi bir olgu olarak ele alan Oryantalist söylemin İslam hukukunun kökeni gibi konulardaki iddiaları her ne kadar Türkiye’de cılız bir karşılık bulsa da Şeriat'ın bugüne bir şey söyleyecek bir hukuk sistemi olmadığı açık veya kapalı, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde kabul edilmektedir. Akademik ve entelektüel çevreler genel olarak İslam hukukunu büyük oranda geçmişte uygulanmış ve bugün için bir anlam ifade etmeyen bir sistem olarak görmekte, ele almakta ve okutmaktadır. İşte tam bu noktada Hallaq’ın ortaya koyduğu resim önem arz etmektedir. Zira bu çalışmada Hallaq, İslam hukukunun derinlikli yaklaşımının, temel varsayımlarının, çok katmanlı söyleminin, geliştirdiği metodolojinin ve hepsinden önemlisi İslam metafiziği ile ilişkisinin bugün için çok önemli olduğunu, hatta sadece Müslümanlar için değil diğer insanlar için de anlam ifade ettiğini ortaya koymaktadır.Tanıtım Bülteninden
Karaalp, Oktay; Özyurt, Barkın; Göksoy, Elif Gökçen(ed.): Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi IV. Genç Hukukçu Araştırmacılar Sempozyumu 20-21 Nisan 2024 Çevrim İçi, 1. bs, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2024.
Kılıç, Seval: Kanun-ı Esasi’de Egemenlik Anlayışı, 1. bs, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2024.
Metin, Sevtap; Binici, Rıdvan; Birdal, Caner(ed.): Hukuku Sinemada Görmek II, 1. bs, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2024.
Sağdıç Güven, Şeyma: Osmanlı’dan Türkiye’ye Kapitalist Hukuksal Kuruluş, 1. bs, Ankara, İmge, 2024.
“Mülkiyet kurumunu odağa alarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e gerçekleşen hukuksal değişimi kendi tarihsel ve toplumsal bütünlüğü içerisinde değerlendiren bu çalışma, Türkiye’de kapitalist hukuksal kuruluşu anlamak için hem alan açma hem de hukuksal değişimin nasıl anlaşılması gerektiğine dair kuramsal bir zemin sunma iddiasını taşıyor.”
Dr. Şeyma Sağdıç Güven
“Osmanlı ve Türkiye tarihinde mülkiyet kurumunun dönüşümünü yeni ve bütünlüklü bir çerçevede ele alan bu kitap:
Dönüşümün Cumhuriyet dönemi hukuk resepsiyonlarıyla gerçekleştirilen modern hukuk kurumunun inşasından başlatılamayacağını söylüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun iki yüz yıla uzanan toplumsal değişim süreciyle eş zamanlı ve
onunla etkileşim halinde değiştiğini ortaya koyuyor. Bu uzun erimli değişim süreci boyunca kapitalistleşmenin özel mülkiyete neler yaptığını görünür kılarak mülkiyet kurumunda ve toplumsal yapıda değişimin eş zamanlı izinin sürülebileceğini
gösteriyor.”Dr. Fatma Eda Çelik
Selçuk, Sami: Duruşma - Tartışma: Hukukun Gözünde “Kesinlikle Geçersiz Duruşma”lar ve Bu Duruşmaların İnsanlarımıza Yaşattığı Çileler, 1. bs, Ankara, İmge, 2024.
Türk yargılama süreci hukukunda “duruşma,” asla bir “tartışma” boyutuna ulaşamamış, yani taraflarca sergilenen görüşleri karşılıklı tartma değil, başlamasıyla bitmesi hemen hemen aynı anda yaşanan içeriksiz ve biçimsel bir olay düzeyine indirgenmiştir. Amacı ise, daha sonraki oturumların tarihini belirlemektir. O kadar.
Bu arada anımsatalım ki, anayasal boyuttaki hak arama özgürlüğü ise, hiç kimsenin aklına bile gelmemekte, bizzat hukukun uygulamacısı olan yargıçlarca bile bu hak hiç umursanmamaktadır.
Prof. Dr. Sami Selçuk
Eski Yargıtay Başkanı
Tekdemir, Nazmiye: Sosyal Sermayenin Ekonomik Büyümeye Etkisi: Kamu Kesimi Etkililiğine Dayalı Ampirik Bir İnceleme, 1. bs, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2024.
Ümütlü, Ayşe Yaşar: “A Critical Analysis of Hart’s Philosophical Perspective on International Criminal Law”, Academic Research and Evaluations in the Field of Social Sciences-III, ed. Emrah Sıtkı Yılmaz, Gaziantep, Özgür Yayınları, 2024.
This article examines the philosophical principles of international criminal law from a natural law perspective. In general, the natural law approach argues that law should be based on universal principles of justice, while positivist views reduce law to objective norms. By emphasizing the differences and conflicts between these two philosophical approaches, this article addresses the controversial aspects of international criminal law's conception of justice and the nature of legal norms based on the positivist ideas of H.L.A. Hart. However, while criticizing H.L.A. Hart's positivist conception of law, the contribution of the natural law perspective to the shaping of international criminal law is addressed. This article emphasizes the importance of evaluating international criminal law from a natural law perspective in addition to positivist law and provides a critical foundation for the continuity of law that should be continued in future research.
Makaleler
Ağaoğlu Canay, Hatike Dilara: “Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Toplumsal Cinsiyet ve Hukuk Kliniği Dersi Kapsamında Yapılmış Kadın Avukat Görüşmelerinin Değerlendirilmesi”, Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 10, No: 2, 2024, s. 505-556.
Öz
Klinik hukuk eğitimi, hukuku, öğrencilerin “gerçek” hayatla temas etmesini sağlayarak öğrenmelerini öngören ve amaçlayan bir yöntemdir. Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde hukuk kliniği, 2019-2020, 2020-2021 ve 2021-2022 öğretim yıllarında "Toplumsal cinsiyet ve hukuk" içeriğiyle açılmış, dersin çıktısı olarak öğrencilerin toplam 164 kadın avukatla gerçekleştirmiş olduğu görüşmeler değerlendirilmiştir. Yazıda klinik hukuk eğitiminin ne olduğu, amaçları, işlevleri kısaca açıklanmış, kliniğin Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde ne şekilde gerçekleştirildiği görüşme içerikleri yorumlanarak ortaya konmuştur. Çalışma, avukatlıkta meslek için eğitimler ya da staj eğitimlerinin bu görüşmelerde işaret edilmiş konuların dikkate alınarak içeriklendirilmesi için yol gösterici bir işlev de yerine getirmiştir. Ayrıca klinik öğrencileriyle tasarlanmış olan görüşme sorularının sosyolojik veri analizine konu edilecek şekilde formüle edilmesi, nicel ve nitel metotlarla periyodik olarak takip edilmesinin de gerekli ve önemli olduğunu göstermiştir.
Ağar, Büşra Acar, Metin Çelik, Emine Durmuş: “Çocuk Evliliklerin Görünmeyen Tarafı: Çocuk Damatlar”, Akdeniz Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Dergisi, C. 7, No: 2, 2024, s. 654-681.
Öz
Bu çalışma çocuk yaşta evlilik yapmış erkeklerin evlendirilme deneyimlerini incelemeyi amaçlamıştır. Çocuk evlilikler söz konusu olduğunda araştırmaların çoğunlukla kız çocuklarını kapsaması sebebiyle bu araştırma erkek bireylerle gerçekleştirilmiştir. Ancak çocuk evliliklerin yasal olmaması, evliliklerin dini nikâh ile yapılması nedeniyle resmi kayıtlarının olmaması ve çocuk gelinlerden farklı olarak gebelik, doğum gibi gerekçelerle resmî kuruma başvurularının olmaması nedeni ile 18 yaşından küçük evli erkek çocuklar ulaşılması zor bir katılımcı grubunu oluşturmaktadır. Bu gerekçelerle bu araştırama çocuk yaşta evlendirilmiş, şu an 19-25 yaş aralığında olan erkeklerle gerçekleştirilmiştir. Çocuk damatlarla yapılan bu araştırma sonuçlarının çocuk evliliklerin içeriklerine ışık tutması amaçlanmaktadır. Araştırmada nitel araştırma yöntemlerinden olgu bilim (fenomenoloji) deseni kullanılmıştır. Çalışma grubu kartopu örnekleme yöntemi ile Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt, Şırnak illerinden seçilen 47 bireyden oluşmaktadır. Veri toplama aracı bu çalışmada kullanılmak üzere araştırmacılar tarafından geliştirilmiş yarı yapılandırılmış görüşme formudur. Bu formda katılımcıların sosyodemografik özelliklerine yönelik betimleyici sorularının yanı sıra, evlendirilmelerine yönelik açık uçlu sorular da yer almaktadır. Veriler, verilerin yoğun olarak betimlendiği tümevarımsal tematik analiz yöntemi kullanılarak analiz edilmiştir. Tematik analiz sonucunda ‘evlendirilme nedenleri’, ‘evliliklerinde karşılaştıkları sorunlar’ ve ‘öneriler’ olmak üzere üç tema ve bu temalara bağlı alt temalar elde edilmiştir. Ana ve bu temalara bağlı alt temalar katılımcı ifadeleri ile desteklenerek açıklanmıştır. Bulgular alan yazın ışında tartışılarak, sonuç ve öneriler sunulmuştur. Çalışmanın sonucunda, çocuk damatların evlenmelerinde bireysel ve toplumsal nedenlerin etkili olduğu, evliliklerinde kök ve çekirdek ailelerine dönük problemler yaşadıkları tespit edilmiştir.
Ağören, Güler Cansu: “Eleştirel Fenomenoloji Perspektifinden Doğum Deneyimleri ve Duygusal Adaletsizlik”, ViraVerita E-Dergi, No: 20, 2024, s. 7-37.
Öz
Bu çalışmadaki amacım 2023 yılında gerçekleştirdiğim Doğuran Benlik Anlatıları adlı araştırmada dinlediğim doğum hikayelerini eleştirel fenomenolojik bir analize tabii tutmak ve bu anlatılarda muayenehane/doğumhane/lohusa odası bağlamında ortaya çıkan duygusal adaletsizliklerin izini sürmektir. Duygusal adaletsizlik kişinin duygusal bir varlık olarak kapasitesinin seyrelmesi anlamına gelir ve (1) kişinin iyilik halini kesintiye uğratan unsurlardan uzaklaşma özgürlüğünün (2) kişinin duygusal kaynak ve fırsatlara erişiminin ve (3) kişinin duygularının tanınırlığının adil olmayan biçimde sınırlandırılmasını içerir. Bu çalışmada sunacağım incelemeyle muayenehane/doğumhane/lohusa bağlamının gebe/doğuran/lohusa bedenlerle kurduğu kapsama ve barındırma ilişkisinin bu bedenlerin özgür ve yapıcı biçimde hissetme kapasitelerini ironik biçimde tehdit edici niteliğini ortaya koyacak; muayenehane/doğumhane/lohusa odası bağlamının düşmansı bir mekân olarak tanımlanma potansiyelini ve bu düşmansı mekânsallığın sosyopolitik kökenlerini inceleyeceğim. Doğum bağlamında ortaya çıkan korku, can sıkıntısı, utanç, pasifize olma, kendine yönelik öfke, yılgınlık, teslimiyet ve duygu yokluğu gibi deneyimlerin ontojenezine yönelik bu aşkıncı analizden yola çıkarak; benliği tehdit edici ve yıkıcı duyguların doğumun doğasına değil, muayenehane/doğumhane/lohusa odası bağlamını kapsayan ve sistematik olarak adaletsizlikler üretmeye güdümlü güç sistemlerine içkin olduğunu iddia edeceğim.
Akça, Kürşat: “Birleşik Krallık Anayasası’nın Kaynakları”, İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 11, No: 2, 2024, s. 61-88.
Öz
Yazılı anayasaların ortaya çıkışı anayasacılık hareketinin dönüm noktalarından birisidir. Yazılı anayasalarla devlet örgütlenmesi, temel hak ve hürriyetler ile devlet-birey ilişkisini düzenleyen kurallar yazılı bir metinde kodifiye edilmektedir. Anayasal kuralları belirli hale getiren ve bu kurallara erişebilirlikte kolaylık sağlayan yazılı anayasalar günümüzde oldukça yaygındır. Öyle ki birkaç ülke dışında yazılı anayasası olmayan ülke bulunmamaktadır. Avantajlarına ve yaygınlığına rağmen yazılı anayasası olmayan yani anayasal kuralların tek bir metinde kodifiye edilmediği ülkeler de bulunmaktadır. Bunun tipik örneklerinden biri ise Birleşik Krallık Anayasası’dır. Birleşik Krallık’ta anayasal kurallar tek bir yazılı metinde kodifiye edilmemiştir. Bunun yerine yazılı ve yazısız farklı anayasal kaynaklar bulunmaktadır. Yazılı kaynakların başında anayasal nitelikteki kanunlar gelirken, yazısız kaynaklar arasında mahkeme içtihatları, kraliyet ayrıcalıkları ve anayasal konvansiyonlar bulunmaktadır. Bu kaynakların tümü Birleşik Krallık Anayasası’nı oluşturmaktadır. Söz konusu kaynakların bazılarının içeriği ve sınırları kesin değildir. Mahkeme kararları ve doktrin bu aşamada belirleyici olmaktadır. Bu özellikleriyle Birleşik Krallık Anayasası, kendine özgü bir nitelik arz etmektedir. Çalışmada Birleşik Krallık Anayasası’nı anayasa olarak kabul edilmesine sebep olan kaynaklar inceleme konusu yapılmıştır.
Akın, Şeyma: “İdeolojik Söylemler ve Kadın Hakları: İstanbul Sözleşmesi Örneği”, Necmettin Erbakan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 7, No: 3, 2024, s. 569-587.
Öz
İstanbul Sözleşmesinin imzalanmasının ardından özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin bir kısmında ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmaların dikkat çekici tarafı, sözleşmenin içeriğinden ziyade çeşitli varsayımlar ve tehditler üzerinden yürütülmüş olmalarıdır. Her tür şiddeti önlemek maksadıyla ortaya çıkan söz konusu metin, bazı ülkeler tarafından hemen kabul edilerek iç mevzuata yansıtılmış, ancak Doğu Avrupa ülkelerin çoğunda belge imzalanmasına rağmen meclis onayı gerçekleşmemiştir. Benzer tartışmaların yaşandığı Türkiye ise, sözleşmenin mecliste onaylanıp iç mevzuatına yansıtılmasına karşın zaman içinde bu sözleşmeden çekilen ilk ve tek ülke olmuştur. Sözleşme karşıtlığının yaygın olduğu ve çeşitli tartışmaların yaşandığı ülkelerin hemen hepsinde bazı benzerlikler ve tartışmalara esas teşkil eden ortak noktalar bulunduğu görülmektedir. Buna göre, tartışmalar metnin içeriğinde yer alan kadın ve şiddetin önlenmesine dönük olmaktan ziyade, sözleşmenin gizli bir gündemi olduğu, milli ve manevi değerlerin altının oyulmasının hedeflendiği gibi hususlara yoğunlaşmıştır. Bu çalışma, İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadın konusunun bahsi geçen ülkelerde nasıl tartışıldığını ve bu tartışmalarda öne çıkan benzerliklere odaklanmaktadır. Bu bağlamda çeşitli Doğu Avrupa ülkelerinden örnekler ile Türkiye’de yürütülen tartışmaların benzer tarafları vurgulanmış, ayrıca, söz konusu tartışmalarda özü teşkil eden kadın konusunun ideolojik bakış ve yorumların hedefinde kalması sebebiyle sağlıklı tartışmalar yürütülme zemininin ortadan kalktığı ileri sürülmektedir.
Akman, Şefik Taylan: “Hukuk ve Ritüel: Tarihsel, Toplumsal ve Politik Perspektiflerden Hukukun Ritüel ve Semboller Üzerinden Anlamlandırılması”, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 58-88.
Öz
Bu çalışma kapsamında bir üst kavram olarak ritüelin ve onunla ilişkilendirilebilecek geniş bir sembolizmin, günümüz hukuk düzenleri ile yargılama süreçleri içindeki anlam ve işlevleri meselesine odaklanılacaktır. Hukukla arasındaki ilişkinin bütün boyutlarıyla ortaya konabilmesi için öncelikle ritüelin tarihsel gelişim ve dönüşüm süreci toplumsal ve politik yapılarla bağlantıları ekseninde incelenecektir. Ritüel ve onunla ilişkili semboller sistemi iktidar, otorite, toplumsal ilişkiler, toplumsal normlar, itaat ve meşruiyet gibi kavramlar bağlamında değerlendirilecektir. Dolayısıyla ritüelin doğuş ve kökeni ile eski toplumlardaki dinsel ve büyüsel işlevi gibi konular büyük oranda kapsam dışında tutulacaktır. Konunun modern toplum, devlet ve hukuk düzenlerindeki yansımaları tartışılacaktır. Bu bağlamda belli sembol, tören veya tekrarlanan davranış kalıpları çerçevesinde beliren seküler nitelikteki ritüeller ile onların sembolizmi esas alınacaktır. Ritüel ve sembollerin, soyut normlardan oluşan hukuk düzenini nasıl somutlaştırıp sıradan yurttaşlar nezdinde görülür ve hissedilir hale getirdiği yargılama aşamaları kapsamında sorgulanacaktır. Yargılama süreçleri ve öznelerinden mekanlarına kadar ritüel ve sembollerin hukuk uygulamasının bütününe nasıl yayıldığı ve sıradan insanlar üzerinde ne gibi etkiler gösterdiği ortaya konmaya çalışılacaktır.
Akman, Şefik Taylan: “Yeni Hukuki Realizm”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 1147-1193.
Öz
Yeni Hukuki Realizm akımı, 2004 yılında Wisconsin-Madison Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından düzenlenen bir konferansla ortaya çıkmıştır. Amerikan hukuk sosyolojisi geleneğinin bir uzantısı olarak yeni bir sosyo-hukuki teori geliştirmeyi amaçlamaktadır. Akım, hukuk ve sosyal bilimlerin farklı alanlarında çalışan akademisyenleri disiplinler arası araştırmalar yapmaya teşvik etmektedir. Hukuk alanında yürütülen ampirik çalışmalarda, aşağıdan yukarıya araştırmanın önemini vurgulamaktadır. Böylece, toplumun en alt katmanlarından başlayarak hukukun gerçekliğini ve insanlar üzerindeki etkilerini ortaya koymayı hedeflemektedir. Akımın mensupları bu bağlamda hukuku, toplumun alt katmanlarındaki insanların durumlarını iyileştirmede ve karşılaştıkları sorunları çözmede işlevsel hale getirmeyi amaçlayan bir çaba içindedir. Yaşayan hukukun araştırılması olarak tanımlanabilecek bu çaba, mahkemelerdeki yargısal süreçleri dikkate alarak uygulamadaki hukuku keşfetmeyi de içermektedir. Yeni Hukuki Realizm, ampirizmden beslenmesine rağmen teori ve öğretiye de önem vermektedir. Hukuk sisteminin derinlemesine kavranmasının, nicel ve nitel verilerin hem hukuk hem sosyal bilimleri kapsayan teoriye ve öğretiye dayalı bir bakış açısıyla değerlendirilmesi halinde mümkün olacağını savunmaktadır. Amaç, bir yandan sosyo-hukuki bir teori inşa etmek ve hukuk metodolojisi alanında yeni bir bakış açısı oluşturmak diğer yandan da hukuk uygulaması ve politik karar alma süreçlerinde etkin olmaktır.
Aktan, Coşkun Can: “Muhteşem Şaheser: Kemal Gözler’i̇n 'Alıntı ve Atıf Usûlleri̇’ Eseri̇ne Takdi̇r ve Tenki̇t”, Ankara Barosu Dergisi, C. 82, No: 4, 2024, s. 427-449.
Öz
Geçtiğimiz yaz (2023) Avrupa’ya seyahatimizin ardından Fakültede’ki posta bürosuna uğradığımda tuğladan büyük ve neredeyse bims kalınlığında bir kitap beni bekliyordu. Kemal Gözler’in yaklaşık 1700 sayfadan oluşan Alıntı ve Atıf Usûlleri kitabını aldım ve doğrusu arabama doğru yürürken elimde taşımakta zorlandığımı hissettim. Yazın sonlarına doğru ve güz boyunca kitabı ara ara okudum ve içimden “bunu yazmak her babayiğidin harcı değil” diyerek içten takdirlerimi ifade ettim. 2013 yılında başlanmış ve aralıklı da olsa neredeyse 10 yıllık bir emek sonunda hazırlanmış olan bu dev esere samimiyetle takdir ve tenkit yazısı yazmanın doğru olacağını düşündüm. Neden tenkit? Çünkü kitap eleştirisi sadece kitap tanıtımı demek değildir. Kitap tanıtımı öyle sanıyorum ki yayınevlerinin yapması gereken bir iştir. Kitap eleştirisi ise bilimin ve düşüncenin ilerlemesine hizmet eder ve içerisinde mutlaka az ya da çok yapıcı “tenkit” bulunur ve bulunmalıdır. Kitap eleştirisi yazısı sadece iltifatlarla dolu olursa eksik olur; yazıyı kaleme alan kişinin gördüğü eksiklikler varsa onu samimiyetle, nezaket ve saygı ifadeleriyle belirtmesi gerekir. Yazarın da bu eleştirilere hoşgörülü olması beklenir.
Arslan, Cemil Caca: “Politik Hukukbilim Çerçevesinde Dijital Anayasacılık”, Muhafazakar Düşünce Dergisi, C. 20, No: 67-Dijital Çağda Siyaset, 2024, s. 238-264.
Öz
Makale, dijital devrimin siyasal alana etkisini anayasacılık perspektifinde tartışmayı hedeflemektedir. Bu doğrultuda hukukun, insan davranışının siyasi yönünden türediğini kabul eden politik hukukbilim anlayışına başvurulacaktır. Dijital devrimle birlikte gerçekliğin aşındığını ve bunun neticesinde insan davranışının da soyut dijital zeminde kendini daha çok göstermeye başladığını kabul eden makale, hukuk düzeninin de değişeceğini ileri sürmektedir. Geleneksel liberal anayasacılığın inşa ettiği paradigmanın çözülmesi güç çelişkiler yaşadığı kabul edilmektedir. Dijital meydan okumalar neticesinde geleneksel liberal anayasacılığın kabul ettiği birey-devlet dikotomisinin geçerliliğini yitirdiği savunulmaktadır. Tekno-sermaye grupları çevrim içi platformları kontrol ederken aynı zamanda dijital uzayın eşik bekçisi olarak faaliyet göstermektedir. Yeni iktidar odağı olarak ortaya çıkan tekno-sermaye grupları, bireyin temel hak ve hürriyetlerini tehdit etmektedir. Çevrim içi platformlar, bu süreçte rıza üretim mekanizması rolünü oynamaktadırlar. Varılan noktada insanın siyasal davranışının değişimi ile tekno-sermaye grupları arasında bir ilişki gözlemlenmektedir. Bu durum, bireyin siyasal bir özne olarak vatandaştan ticari bir nesne olarak tüketiciye dönüşmesi sürecine tekabül etmektedir. Dijital anayasacılık, geleneksel liberal anayasacılığın çelişkilere düştüğü noktada tekno-sermaye gruplarının temsil ettiği yatay tehdidin anayasa hukuku perspektifiyle çözülerek birey temel hak ve hürriyetlerinin güvence altına alınmasına yönelik bir imkândır. Makale, söz konusu imkânın incelenerek kavrama özgün bir yaklaşım sunmayı amaçlamaktadır
Ayata, Ahmet: “Bölünmüş Bir Mahkeme: Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri Örneği ve Anayasa Mahkemesi’nin Geleceği”, İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 11, No: 2, 2024, s. 1-30.
Öz
Mahkeme kararlarının sıklıkla kendilerini ortaya koyan süreçlerden bağımsız olduğu düşünülür. Aynı zamanda, heyetlerin homojen olmadığı hususu göz ardı edilir. Hâlbuki yasal materyal, nadiren karar alma sürecinden bağımsız olarak kararı belirleyen tek faktördür. Türk Anayasa Mahkemesi’nin gerek kurumsal gerekse üyeler düzeyinde nasıl bir davranış geliştirdiğini anlamak, Türkiye’de anayasacılığın geldiği ve geleceği noktayı anlamak ve Mahkemenin müstakbel kararlarına ilişkin tahminler yürütmek açısından fayda sağlayabilir. Bu amaçla çalışmada, öncelikle dayanılan varsayımlar ve yöntem açıklanmıştır. Ardından cumhurbaşkanlığı kararnamelerine ilişkin norm denetimi kararlarında kullanılan oylar ve karşı oylar sayısallaştırılarak ölçülebilir hale getirilmiştir. Son olarak nicel analizin tamamlayıcısı olarak kararların ve karşı oy gerekçelerinin hukuki analizi yapılmıştır. Bu iki tür analizin sonuçları birbirleriyle büyük ölçüde tutarlıdır. Yapılan değerlendirmeye göre üyelerin yürütmenin yetkisini dar ve geniş yorumlama eğilimine göre homojen olmayan iki gruba ayrıldığı görülmektedir. Üyeler grup içinde de daha esnek ve katı gruplara ayrılmaktadırlar ve gruplar arası geçişlere az da olsa rastlanmaktadır. Yeni üyelerse seleflerine göre daha uçta konumlanmaktadırlar. Bunun sonucunda bölünmenin yakın zamanda azalmayacağı öngörülebilir. Son olarak oy birliğiyle alınan kararların varlığı, karar verme sürecinde yasal materyalin etkisinin de yadsınamayacağını göstermektedir.
Aydilek, Emre: “2024 Yılında Siyasal İdeallerin Çarpışması: Uyum mu, Çatışma mı? John Rawls ve Carl Schmitt’in Politik Teorilerinin Karşılaştırmalı Analizi”, Kilikya Felsefe Dergisi, No: 2, 2024, s. 282-311.
Öz
Makro düzeyde sosyal bilimlerin mikro düzeyde ise siyaset, felsefe, sosyoloji, uluslararası ilişkiler gibi alanların temel problemlerinden biri, halkların nasıl birlikte yaşayabileceği üzerinedir. Bu makale, modern siyasetin temel dinamiklerini ve birlikte yaşamanın prensiplerini anlamaya yönelik iki zıt teoriye odaklanarak, John Rawls ve Carl Schmitt'in politik düşünce sistemlerini karşılaştırmaktadır. İki düşünürün teorik çerçeveleri, uyum ve çatışma temaları üzerinden ele alınmakta, modern toplumların birlikte yaşama pratiklerine ilişkin öne sürdükleri farklı fikirler felsefi ve politik çerçevede incelenmektedir. Bu karşılaştırma, her iki düşünürün teorilerini analitik bir şekilde değerlendirerek, modern siyasetin en temel sorununa nasıl yaklaştıklarına dair farklı vizyonlarını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, makale, Rawls ve Schmitt'in teorileri arasındaki zıtlıkları vurgulayarak, günümüz siyasi tartışmalarına katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.
Bayam, Hasan: “Sivil İtaatsizliğin Olanaklılığına Dair Eleştirel Bir İnceleme”, FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, No: 39, 2024, s. 377-396.
Öz
Bu çalışma, genel olarak sivil itaatsizlik kavramı ve bu kavramın siyaset felsefesi içerisindeki yerini anlatmaya yöneliktir. Pasif direniş biçimi olarak sivil itaatsizlik, dünyada pek çok kez denenmiştir. Olumlu anlamda sonuçlanmış örnekleri olan bu eylem biçimi, sivil toplum hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Hareketin pratik anlamda öncülerinden olan Mahatma Gandhi, yaptığı “Tuz Yürüyüşü” eylemiyle, hareketi, dünya kamuoyuna tanıtmıştır. Bu çalışmada, pasif direniş eylemini “sivil itaatsizlik” adı altında kavramsallaştıran kişi olan Henry David Thoreau’nun devlet yapısına dair düşüncelerinin yanı sıra birçok düşünürün sivil itaatsizlik hakkındaki yorumları, sivil itaatsizlik eylemlerinin hangi durumlarda geçerli ve tutarlı olabileceği; bu eylemleri başarıya götüren unsurların neler olduğu ve eylemlerin sonuçlarının getirdiği değişimlerin toplum açısından önemi gibi konular, etraflıca ele alınmıştır.
Bilir, Olgun: “Marcuse’nin Türkiye 68’indeki Yeri ve ‘Herbert Marcuse: Âsi Gençliğin Peygamberi’ Yazı Dizisinin Analizi”, ViraVerita E-Dergi, No: 20, 2024, s. 78-108.
Öz
Bu çalışma, Herbert Marcuse’nin Türkiye’deki 68 Hareketi üzerindeki sınırlı etkisini derinlemesine incelemektedir. Marcuse, 1960'ların sonunda Batı Avrupa ve ABD’de devrimci ideolojilerin önemli bir sembolü olarak dikkat çekmiş ve Türkiye’de entelektüel çevrelerde ilgiyle karşılanmıştır. Ancak, düşünceleri Türkiye'deki toplumsal hareketlerde belirleyici bir rol oynamamıştır. Çalışmada, Marcuse'nin kapitalizm, teknoloji, tüketim toplumu, aşk ve cinsiyet gibi kavramlarına yönelik kapsamlı eleştirileri ele alınmakta ve bu eleştirilerin Türkiye’de nasıl yankı bulduğu incelenmektedir. Türkiye’de Marcuse'nin fikirleri, kitaplarının çevirileri, ve çeşitli dergilerde yapılan analizler yanında Talat Sait Halman’ın Milliyet gazetesinde 1968 yılında yayımladığı “Herbert Marcuse: Âsi Gençliğin Peygamberi” başlıklı yazı dizisi gibi biçim ve içerik olarak diğerlerinden farklı yayınlar aracılığıyla tanıtılmıştır. Bu yayın ana akım bir medya aracılığıyla Marcuse’nin fikirlerinin tanıtılması bakımından dikkat çekicidir. Bu analiz, Marcuse’ye yönelik entelektüel bir merakın var olduğunu gösterirken, Türkiye’deki devrimci gençlik hareketlerinin ideolojik ve politik temellerinin Marcuse’nin fikirlerinden bağımsız olarak geliştiğini vurgulamaktadır. Çalışma, Marcuse'nin eleştirilerinin Türkiye’nin özgün devrimci amaçları ve sosyo-politik koşullarıyla hangi noktalarda örtüşmediğini veya ayrıştığını değerlendirmeye odaklanmaktadır.
Canlı, Emine: “Politikanın Koşulu Olarak Polis’in Politik ve Etik Değeri”, FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, No: 24, 2024, s. 51-70.
Öz
Klinik hukuk eğitimi, hukuku, öğrencilerin “gerçek” hayatla temas etmesini sağlayarak öğrenmelerini öngören ve amaçlayan bir yöntemdir. Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde hukuk kliniği, 2019-2020, 2020-2021 ve 2021-2022 öğretim yıllarında "Toplumsal cinsiyet ve hukuk" içeriğiyle açılmış, dersin çıktısı olarak öğrencilerin toplam 164 kadın avukatla gerçekleştirmiş olduğu görüşmeler değerlendirilmiştir. Yazıda klinik hukuk eğitiminin ne olduğu, amaçları, işlevleri kısaca açıklanmış, kliniğin Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde ne şekilde gerçekleştirildiği görüşme içerikleri yorumlanarak ortaya konmuştur. Çalışma, avukatlıkta meslek için eğitimler ya da staj eğitimlerinin bu görüşmelerde işaret edilmiş konuların dikkate alınarak içeriklendirilmesi için yol gösterici bir işlev de yerine getirmiştir. Ayrıca klinik öğrencileriyle tasarlanmış olan görüşme sorularının sosyolojik veri analizine konu edilecek şekilde formüle edilmesi, nicel ve nitel metotlarla periyodik olarak takip edilmesinin de gerekli ve önemli olduğunu göstermiştir.
Çil, Yusuf Umur: “Dworkin’in Hukuki Pozitivizm Eleştirisinde Teorik Uyuşmazlık ve Semanti̇k İğne Argümanları”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 32, No: 4, 2024, s. 2855-2894.
Öz
Bu çalışma Dworkin’in Hukukun Hükümranlığı eserindeki hukuki pozitivizm eleştirisini incelemeyi amaçlamaktadır. Bu eleştiri Dworkin’in önceki eleştirilerinden farklıdır. Dworkin, Hart’ın hukuki pozitivizminin temelinde yer alan tanıma kuralının konvansiyonelliğini hedef almaktadır. Buna göre yargıçlar arasında konvansiyon yoktur. Tersine, yargıçlar arasında bir hukuk önermesinin doğruluğunu belirleyecek kriter konusunda tartışmalar çıkmaktadır. Dworkin bunu teorik uyuşmazlık olarak adlandırmaktadır. Hukuki pozitivizm ise Dworkin’e göre semantik yaklaşımından dolayı bu uyuşmazlığı anlayamamaktadır. Bize göre Dworkin’in bu eleştirisi tanıma kuralının kapsamını aşan bir yoruma dayanmaktadır. Tanıma kuralının geçerlilik kriterleri yanında yorum kriteri de içerdiğini varsaymaktadır. Bu Dworkin’in kendi hukuk anlayışının ürünüdür. Hukuki pozitivizm için yorumlama sorunu geçerlilik sorunundan ayrılabilir bir sorundur. Bununla beraber, Dworkin’e verilen yanıtlar hukuki pozitivizmin kap-samının darlığının da bir göstergesidir.
Çoban Bilici, Ecem: “Tüfeklere Karşı Kılıç: Don Quijote’da Adalet Temasına Salamanca Okulu’nun Etkisi”, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 19, No: 222, 2024, s. 1107-1134.
Öz
Don Quijote, kimilerine göre ilk modern roman, kimilerine göre ilk post-modern roman, hatta kimilerine göre gelmiş geçmiş en iyi romandır. İçinde o zamana dek yazılmış tüm edebi türlerin örneğini ve eleştirisini barındıran bu eser insana dair belki her konuya bir şekilde değinmektedir. “Bütün haksızlıkları düzeltmek” üzere yola koyulan şövalye ve silahtarının serüvenlerindeki hukuk ve adalet teması bunlardan biridir. 16. ve 17. yüzyıl İspanyol toplumunun yapısını, farklı sınıfların gözünden adalet düşüncesini, moderniteyle birlikte bu düşüncelerin dönüşümünü Don Quijote sayfalarından izlemek mümkündür. Modern hukuk ve onun getirdikleri açısından Don Quijote arada kalmışlığı yansıtır. Ancak bu arada kalmışlık İspanyol Altın Çağı’nın kültürel ve düşünsel zenginliğinden beslenen derin bir felsefeyi içerir. Birçok akademik çalışmada, Cervantes ve Don Quijote üzerindeki tartışılmaz Erasmus etkisi incelenmiş; ancak kendi ülkesinin geç dönem Skolastik düşünürlerinin etkisi genellikle görmezden gelinmiştir. Don Quijote, Rönesans düşüncesinden ve hümanizm akımından olduğu kadar 16. yüzyıl boyunca Salamanca Üniversitesi’nde gelişen ve yerel etkinliğini aşıp modern Batı düşüncesine katkı sağlayan yeni bir felsefi-teolojik akımın yaratıcısı Salamanca Okulu’ndan ve onun ortaya koyduğu hak ve adalet düşüncesinden etkiler de barındırmaktadır. Bu çalışmada, Cervantes’in önsözünde davet ettiği şüpheci ve meraklı okur perspektifi ile, Don Quijote’de bireysel ve toplumsal adalet düşünceleri irdelenecek ve bu düşüncelerdeki Salamanca Okulu etkisi ortaya konulacaktır.
Değirmencioğlu, Burcu; Gürsel Düğmeci, Esin: “Platon’un ‘Devlet (Politeia)’inde Totalitarizmin İzleri”, Necmettin Erbakan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 7, No: 3, 2024, s. 517-538.
Öz
Etimolojik bağlamında toptancı, mutlak bir iktidarı, devletin topyekun egemenliğini hedefleyen siyasi ideolojiyi ifade etmek için tercih edilen totalitarizm, kavramsal olarak ilk defa 1920’lerden sonra kullanılmaya başlamıştır. İktidarın bizzat elinde bulundurduğu bir takım araçlar vasıtasıyla hegemonya alanına total egemenliğin empoze edildiği, insanları, grupları, aileyi, çocukları, toplumu baştan aşağı dönüştürdüğü, homojenleştirdiği bir siyasi rejim olan totaliter bir sistem tasarımının ilk izlerine, Platon’un “Devlet (Politeia)”inde rastlamak mümkündür. Hocası Sokrates’in ölümünün ardından, Sokrates’i ölüme götüren yönetimi reddeden Platon, Sokrates’i ve onun gibileri baş tacı edecek ideal bir devletin nasıl kurulabileceği üzerine düşünmüştür. Bir siyasi program olmanın yanı sıra toplumu baştan aşağıya değiştirecek, dönüştürecek bir sosyal programı da içeren devlete dair bütüncül bir okuma yapılan Devlet isimli eserinde Platon, ideal devlet modelinin üzerine inşa edildiği totaliter ögeleri ortaya koymuştur. Söz konusu ögelerle ideal devlet tasarımını güçlendiren Platon, bir insan doğası kurgulamış ve bireyleri bu kurguya adapte edebilmek, uyumlaştırabilmek için çeşitli meşruiyet araçlarından faydalanmıştır. Eğitimden dine pek çok alanda ortaya koyduğu kurallar vasıtasıyla Platon sosyal hayatı baştan sona dizayn etmiş, görev ve disiplin ayrılıkları kesinleştirilmiş bir sistem tasarlamış, yarattığı “kapalı toplum”uyla totaliter sistemin ilk izlerini göz önüne sermiştir.
Erdemli, Muhammet Emin: “Kant’ın Yalan Kavramı Bağlamında Mahkeme Huzurunda Yeminin Eleştirisi”, Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, C. 23, No: 3, 2024, s. 19-40.
Öz
Bu çalışma Immanuel Kant’ın yalan kavramını açıklayarak mahkeme huzurunda yeminin eleştirisini sunmayı amaçlamaktadır. Yalan, gerçeğe aykırı beyanın kasıtlı olarak sunularak ödevin ihlal edilmesidir. Ahlaki özne yalan söylediğinde içsel olarak kendi gözünde düşüşüne; dışsal olarak ise başkalarının gözünde düşüşüne neden olur. Böylece kişiliğinde taşıdığı insanlık onurunu küçültür. Hukuki özne ise yalan söylediğinde ötekinin hakkını ihlal eder. İhlalin oluşmadığı durumda yalan değil yanlış beyan söz konusu olur. Ancak yanlış beyan ile ötekinin hakkının ihlal edilmediği durumda dahi bütün olarak insanın hakkı ihlal edilir. Dolayısıyla hem ahlaki özne hem de hukuki özne olarak insan, yalan söylememelidir. Bununla birlikte mahkeme huzurunda doğru beyanın güvence altına alınması için yemin edilir. Ancak yemine zorlanan öznenin özgürlüğü ihlal edilerek umumi yalana müsaade edilir. Yemin, yalanı engellemek yerine yalan söylememe ödevinin ihlal aracı olarak kullanılabilir. İşte bu çalışmada Kant’ın ahlak ve hukuk felsefesinin yalan ile ilişkisi açıklanarak, mahkeme huzurunda yeminin doğru beyanı güvence altına almak yerine yalana kapı araladığı eleştirisi sunulacaktır.
Ertaş, Türker: “Emmanuel Macron’un Emeklilik Reformu’nun Kurumsal Boyutu Olarak Rasyonelleştirilmiş Fransız Parlamentosu: Tarihsel-Anayasal Temeller ve Kanun Tekliflerinin Kabulünde Hükümetin ‘Nükleer Seçenek’ Usulü”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 897-974.
Öz
Hükümet istikrarsızlıkları ve askeri-siyasi krizlerle geçen IV. Cumhuriyet Dönemi’nin akabinde yürürlüğe giren 1958 Fransız Anayasası, yasama organı aleyhine yürütme organını hem kurumsal hem de teşrii düzeyde belirgin bir şekilde güçlendirmektedir. Burada pek tabii ki IV. Cumhuriyet Dönemi’nin karakteristiği hâline gelen kısa ömürlü kabinelerin esas sorumlusu olarak 1946 Anayasası’nın benimsediği yasama-yürütme ilişkilerinin gösterilmesinin etkisi büyüktür. Gerçekten de 1946 Anayasası, Hükümetin gerek göreve başlaması gerek görevine devam etmesi aşamasında Fransız Parlamentosu’na Hükümet karşısında kullanabileceği çok önemli silahlar veya kozlar bahşetmiştir. Bununla birlikte Hükümetin veya Cumhurbaşkanının herhangi bir siyasi kriz durumunda kullanabileceği anayasal mekanizmalar ise çok kısıtlı veya sıkı koşullara tabi bir şekilde düzenlenmiştir. 1958 Anayasası, Fransız Parlamentosu ile yürütme organı arasındaki bu dengesizliği ortadan kaldırmak ve hatta kurumsal dengeyi yürütme organı lehine değiştirmek üzere tasarlanmıştır. Başka bir deyişle, 1958 Anayasası ile IV. Cumhuriyet Dönemi’nin irrasyonel davranan Fransız Parlamentosu, deyim yerindeyse rasyonelleştirilmeye çalışılmıştır. V. Cumhuriyet Dönemi’nin tipik kurumsal özelliklerden birisi olan rasyonelleştirilmiş parlamentonun çarpıcı bir yansıması da 1958 Anayasası’nın 49. maddesinin üçüncü fıkrasıdır. Söz konusu hüküm uyarınca Başbakan, Bakanlar Kurulunda müzakere edildikten sonra bir kanun teklifinin kabulünü Millî Meclis nezdinde hükümetin güven meselesi yapabilir. Eğer Hükümet yirmi dört saat içerisinde güvensizlik oyu ile düşürülmezse söz konusu kanun teklifi Millî Meclis tarafından kabul edilmiş sayılır. Emmanuel Macron’un Emeklilik Reformu olarak bilinen ve emeklilik yaşını 62’den kademeli olarak 64’e yükseltmeyi öngören kanun teklifi, söz konusu rasyonelleştirilmiş parlamento mekanizması işletilerek kabul edilmiştir. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Macron’un nezdinde dönemin Başbakanı Élisabeth Borne’nun Nükleer Seçenek (Nuclear Option) olarak da bilinen söz konusu maddeyi işletmesi, yoğun eleştirileri ve ülke çapında gösterileri beraberinde getirmiştir. Söz konusu hükmün işletilmesine yönelik eleştirilerin temelinde, Fransız Parlamentosu’nun artık irrasyonel bir yasama organı olmadığı ve görece demode olmuş bir hükmün işletilmesi suretiyle Millî Meclis iradesinin göz ardı edilerek demokrasiye gölge düşürüldüğü görüşü yatmaktadır.
Gültekin, Gökhan: “Filmlerde Süper Kahraman Kadınlar ve İdeoloji: Wonder Woman Örneği”, Akdeniz Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Dergisi, C. 7, No: 2, 2024, s. 400-430.
Öz
Bu araştırmanın amacı, Wonder Woman’ın görünüm kazandığı filmler üzerinden aktarılan ideolojileri (kapitalizm, feminizm, faşizm, ataerkillik vs.) açığa çıkarmaya ve anlamlandırmaya çalışmaktır. Bu amaçla nitel bir bakış açısıyla hareket eden araştırmanın evrenini süper kahramanların ana coğrafyası olan Amerika’daki filmlerde yer alan süper kahraman kadınlar oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemi ise bu evrenden ‘amaçlı’ olarak şeçilen Wonder Woman karakteridir. Örnekleme dâhil edilen Wonder Woman, ilk görünüm kazandığı 1941’den günümüze kadar geçen süreçte yer aldığı filmler üzerinden değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmede Wonder Woman’ın yer aldığı animasyon ve çizgi filmler kapsam dışı bırakılmıştır. Bu çalışma, yer aldığı sinema veya televizyon yapımı filmler üzerinden Wonder Woman aracılığıyla aktarılan ideolojileri ortaya koymaktadır. Ayrıca tarihsel süreçteki toplumsal değişimlerin süper kahraman kadınlara nasıl yansıyabileceğini göstermeye çalışması açısından önemlidir. Çalışmada Wonder Woman aracılığıyla ortaya koyulan ideolojileri analiz etmek üzere film çözümleme yöntemlerinden ‘ideolojik eleştiri’ ve ‘tarihsel eleştiri’ bir arada kullanılmıştır. Sonuç olarak, Wonder Woman’ın feminizmin savunuculuğunu yapacak şekilde motive edilmediği ortaya çıkmaktadır. Wonder Woman ataerkilliği, kapitalizmi ve ırkçılığı yansıtmaktadır. Ayrıca verili gerçekliğin kabulüne hizmet ettiği ve kadına dayatılan toplumsal rollerin yeniden üretimine yönelik değerler ürettiği gözlemlenmektedir.
Güngör, İrmak: “Kant’ın Cumhuriyetçi İdeali: Düzenleyici Akıl İdesi Olarak Sözleşme ve Devlet”, Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, C. 23, No: 3, 2024, s. 388-426.
Öz
Türkçe literatürde Immanuel Kant’a olan ilgi genelde onun bilgi ve ahlak felsefeleriyle sınırlı kalmıştır. Hâlbuki ortaya koyduğu tarih ve hukuk felsefeleriyle, aklın kamusal kullanımına yaptığı vurguyla Kant, çağdaş düşüncede de kendisine dönülen bir politika filozofudur. Kant, yaygın olarak bilinenin aksine modernlerin doğal durum ve toplumsal sözleşme tartışmalarına katılmış; elbette bu kavramları kendi eleştirel felsefesinin içerisinde yoğurarak ve politika ile ahlak arasındaki bağı yeniden tesis etmeye çalışarak kullanmıştır. Kant, bir “sözleşme” fikrine ve “devlet hukuku”na olan ihtiyacın ancak aklın a priori idelerinin araştırılmasıyla ortaya çıkarılabileceğini savunmuş; bu kavramları pratik akıldan çıkan düzenleyici ilkeler olarak tanımlamıştır. Buna göre sözleşme ve devlet hukuku kavramlarını varsaymak, a priori yasa koyan saf aklın bir gereği olacaktır. Birey özgürlüğünü her şeyin üzerinde tutarak temele alan bu hukuk doktrini ile Kant, cumhuriyetçi hukuk devletinin kendisine kıyasla sınanacağı akılsal bir ölçüt ortaya koymuştur. Bu çalışmada Kant’ın sözleşme ve devlet hukuku kavramlarını eleştirel projesiyle tutarlı olarak nasıl ele aldığı ortaya konmaya çalışılacaktır.
Karaman, Buket: “Poli̇sli̇ği̇n Tari̇h Öncesi̇: Modern Öncesi̇nden, Modern Döneme İkti̇dar-Toplumsal Kontrol İli̇şki̇si̇ni̇n Dönüşümü”, Ankara Barosu Dergisi, C. 82, No: 4, 2024, s. 219-251.
Öz
Polis kurumunun tarihi, modern devletle eş zamanlı başlamakla birlikte; modern anlamından bağımsız, işlevsel niteliğine odaklanan bir kavram olarak kullanıldığında daha geniş bir anlam ve tarihe sahiptir. İşlevsel anlamıyla kullanılan polis kavramının tarihini ilksel toplumlara kadar götürmek mümkündür. Modern devlet öncesi siyasi iktidarın toplumsal kontrol pratiklerini incelemek, polis kurumunun güncel anlamının daha iyi kavranabilmesini sağlar. Siyasi iktidar tarih boyunca biçimsel ve özsel pek çok değişikliğe uğramış, toplumsal kontrol faaliyetleri de hem devlet iktidarının biçimsel değişimine hem de toplumsal ilişkilerin ekonomi-politik dönüşümüne göre farklılaşmıştır. Ancak modern öncesi toplumlarda polislik faaliyetlerinin ortak noktası, bizatihi iktidar tarafından merkezi olarak değil, daha ziyade toplumun yerel güçleri, kurumları ve normları aracılığıyla hayata geçirilmesidir. Osmanlı Devleti örneğinde de devlet iktidarının niteliğinin, toplumsal kontrol faaliyetindeki iz düşümü, sahip olduğu bazı özgün ve yerel özelliklere rağmen, Avrupa devletlerindeki iktidar-polislik ilişkisine benzerdir. Toplumsal kontrolün yerel kurumlardan merkezi devlete devri ile şiddet araçlarının tekelleşmesi sağlandığı için, modern devletin ve modern polis kurumunun doğum tarihi ortaktır. Bu ortaklık birbirine göbekten bağlı bir ilişkilenmenin başlangıç noktasıdır.
Karataş, Yaylagül Ceran: “Femi̇ni̇zmleri̇n Özgürlükle Kekremsi̇ İli̇şki̇si̇”, FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, No: 39, 2024, s. 397-417.
Öz
Kendilerine ait bir akla, duyuşa ve eyleyiciliğe sahip olmayı, varoluşsal imkânlarıyla kaynaklarının farklı köklerine gitmeyi ve onlarla yeniden yapıcı, iyileştirici ve yaratıcı ilişkilenen oyunbozan öznelerin özgürlük deneyimleri çağdaş feminist teorilerin de çerçevesini oluşturmaktadır. Çalışmamızda bu süreçleri ve feminist teorilerin özgürlük anlayışlarını, eleştirilerini ve mücadelelerini Nancy Hirschmann’ın Ishiac Berlin’in Two Concepts of Liberty makalesinde pozitif ve negatif özgürlük tanımından hareketle feminizme uyarladığı özgürlük kavramı yorumunu farklı deneyimlerle yapısöküme uğratarak analiz edeceğiz. Eleştirel feminizmlerin özne oluşa dair temel önermeleri ve teklif ettikleri modelleri genel hatlarıyla ele aldıktan sonra feminizmlerin özgürlükle kekremsi ilişkisini Sara Ahmed'in “oyunbozan özne” adlandırması çerçevesinde eyleminin aktörü olmak, “aklını otoriteye teslim etmemek” ve “kadın oluş” bağlamında tartışmaya açacağız. Bu süreçte şu üç yargı çalışmanın ana eksenini oluşturacaktır: 1) Feminizm modern seküler dilin ürettiği yekpare bir model değildir. 2) Feminist teorilerde tek bir özgürlük tanımı ve modeli yerine tanınma ve hak ilişkisinden hareketle merkez olmayan farklı kültürel ve tarihsel pratikleri içeren modeller oluşturulmuştur. 3) Bu yeni modelleri anlatacak ve açıklayacak yeni kavramlar, mevcut normatif söylemden hareketle oluşturulamaz, kavramlar oluşturacak dişil yönteme ihtiyaç vardır. Bu üç yargıdan hareketle cinsiyetleştirilmiş özgürlük deneyimini eleştirel bir bakışla analiz ederek ortaya çıkardığı sorunları ve alternatif cevapları ele alacağız.
Kaya, Semih Batur: “Anayasa Mahkemeleri Norm Denetiminde ‘Olgu’yu Ölçü Alabilir Mi?”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 1013-1045.
Öz
Anayasa hukuku yerleşik ilke, norm ve kurumlardan oluşmaktadır. Bu doğrultuda geliştirilen bir anayasal kurum kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimidir. Anayasa yargısı bir yandan devletin yerleşik temel kurumları arasındaki ihtilafları karara bağlarken diğer yandan devletin temel kurumları ile vatandaşlar arasındaki uyuşmazlıkları çözer. İşte buradaki yetki birer anayasa yargısı kurumu olan anayasa mahkemelerine aittir. Anayasa mahkemeleri anayasalarda kendilerine çizilen sınırlar içinde anayasal denetim gerçekleştirirler. Çalışmamıza konu edilen esas sorun, anayasa mahkemelerinin kanunların anayasaya uygunluk denetiminde normatiflik kapsamına toplumsal gerçekliği, yani olgusal olanı dâhil edip edemeyeceğine dairdir. Elbette anayasa mahkemeleri yetki alanları zorunlu olarak sınırlı yargısal kurumlardır. Ancak bu mahkemelerin anayasa hukuku açısından yargısal inceleme yetkisine sahip olduğu durumda normatifliği belirlemede ve bunu değiştirmede yetkili bir organ olduğu söylenmelidir. Aksi takdirde anayasal denetimin işlevsel bir şekilde gerçekleştirilmesi imkân dâhilinde olmaz. Öte yandan Türk doktrininde de bu bakımdan bir boşluk bulunmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmadaki konuyu ele almak kaçınılmaz olmuştur. Bu sebeple aşağıda önce temel oluşturmak bakımından pozitivizmin temel kavramları olan “olgu” ve “norm” incelenmiştir. Ardından hukuksal pozitivizm meselesi ele alınmış ve daha sonra normativist pozitivizm konu edinilmiştir. Daha sonra ise tüm bu operasyonel kavramların anayasa yargısındaki işlevsel değeri sorgulanmıştır. Nihayet Türk Anayasa Mahkemesinin güncel bir kararı tüm bu bağlamlarda tartışılmıştır.
Kaynar, Ayşegül Kars: “Yargıtay Üçüncü Ceza Dai̇resi̇’ni̇n AYM’nin Can Atalay Hükmünü Uygulamama Kararının Schmittyen Tahli̇li̇: Anayasa Nasıl Korunur?”, Ankara Barosu Dergisi, C. 82, No: 4, 2024, s. 337-381.
Öz
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi’nin Şerafettin Can Atalay kararında verdiği milletvekili dokunulmazlığından yararlandırılmaya yönelik hükmüne önce 8 Kasım 2023’de, ardından 3 Ocak 2024’de uymama kararı almıştır. Ayrıca kendilerine verilen yetkileri aştıkları ve anayasayı ihlal ettikleri gerekçesiyle, AYM üyeleri hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş; AYM’yi anayasal düzen için bir tehlike addetmiş ve denetlenmesini istemiştir. Kamuoyu tarafından “anayasal düzeni değiştirme teşebbüsü” ve “anayasasızlaşma süreci” olarak yorumlanan bu karar, hukuki olduğu kadar siyasi bir karardır. Yargıtay’ın AYM’ye itirazının siyasi boyutunda ise terör suçları kapsamında yer alan bir suçtan mahkumiyet kararı verilen bir kişinin anayasal bir hak olan seçilme hakkından yararlandırılarak dokunulmazlık verilmesi vardır. Makale, Yargıtay’ın AYM’ye itirazının siyasi anlamını ünlü Alman hukukçu Carl Schmitt’in görüşlerinden yararlanarak incelemektedir. Bu inceleme yapılırken bilhassa Schmitt’in “Anayasanın Koruyucusu” ve “Anayasa Kuramı” adlı eserlerinden yararlanılmaktadır. Makale, Yargıtay’ın anayasal düzeni dost-düşman ayrımı üzerinden tahkim etmeyi ve anayasal hak ve özgürlüklerin öznesini bu ayrım üzerinden yeniden belirlemeyi önerdiğini göstermektedir.
Keser, Hayri, Ali Kemal Aydın: “Anayasa Yargısının Gerekliliği”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 975-1012.
Öz
Anayasa teorisi ve anayasacılık düşüncesi hayatımıza gireli neredeyse üç yüz yıl geçmiş ve bu üç yüz yıl boyunca durmak bilmeyen tartışmaların odağında her zaman devlet, devletin kısıtlanması ve demokrasi olmuştur. İnsanlık tarihi, savaşların, katliamların, soykırımların ve insan hayatının hiçe sayıldığı yüzyıllar geçirmiş, devletler kimi zaman sahip oldukları mutlak güç sayesinde azınlıkları hiçe saymış ve kimi zaman da devlet ile hukuk bütünleşmiştir. Anayasa mahkemesi, devletin sınırlandırılması felsefesi içinde, devlet güçleri tarafından yapılan işlemlerin, kabul edilen anayasal sınırlara uygunluğunu ve kontrolünü sağlamak için kurulmuştur fakat zamanla anayasa mahkemesinin görevi yalnızca devlet işlemlerinin anayasa uygunluğunun kontrolüyle kalmamış, kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin de koruyucusu haline gelmiştir. Bu yazıda anayasa mahkemesinin gerekliliği anayasacılık, demokrasi ve anayasal demokrasi kuramları üzerinden tartışılacak ve demokrasinin klasik kuramı kapsamında anayasa mahkemesinin “anti demokratik” olduğu tezi eleştirilecektir. Anayasacılık teorisinin tarihinden başlayan bu yazıda anayasacılık kuramı ve demokrasi üzerinden birtakım saptamalar nihayetinde anayasa mahkemesinin gerekliliği hususuna değinilecek ve Doğu Asya’da yaşanmış politik olaylar üzerinden anayasa mahkemesinin “anti demokratik” olduğu iddiasına karşın pratik cevaplar verilecektir.
Kına, Fatih: “Kant’ın Pratik Felsefesinde İdelerin Yeri”, Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, C. 23, No: 3, 2024, s. 1-18.
Öz
Saf Aklın Kritiğinde Kant, bilginin oluşum sürecini, en başından, duyu algılarından başlayarak ele alır, oradan anlama yetisine ve daha sonra aklın saf idelerine ulaşır. Bu noktada ideler aklın bütünü kavrama taleplerine karşılık gelir ancak nesnel karşılıkları gösterilemez. Onlardan yalnızca, bilginin “düzenleyici ilkeler”i olarak bahsedilebilir. Bir başka deyişle onlar “transandant” varlıklar olarak değil ama bilginin “transandandal” koşulları olarak görülür. Kant’a göre bilme yetisinin uzanabildiği sınırlar içerisinde ancak bu kadarı gösterilebilir. Yine de onlar daha sonra Kant’ın pratik felsefesinde Ölümsüzlük, Özgürlük ve Tanrı olarak yeniden ele alınır ve tüm idelerin nesnel varoluşları denemese de bir tür gereklilik olarak varlıkları kabul edilir. Bu çalışma idelerin Kant’ın pratik felsefesindeki yerini-fonksiyonunu tespit etmeyi amaçlar.
Kına, Filiz Bayoğlu: “Thomas Reid’in Eylem Felsefesinin Temel Kavramları Üzerine”, Felsefe Dünyası, No: 80, 2024, s. 154-170.
Öz
Thomas Reid (1710-1796), Aydınlanma felsefesine önemli katkılarda bulunmuş İskoç düşünürdür. İskoç Sağduyu Okulu ve David Hume’un felsefesine getirdiği eleştirilerle tanınır. Epistemolojik ve ahlaki şüpheciliğe karşıt olarak sağduyu adı verilen yeni bir yaklaşım ortaya koyar. Sağduyu yaklaşımını Essays on the Active Powers of the Human Mind (İnsan Zihninin Aktif Güçleri Üzerine Denemeler) adlı denemesinde eylem felsefesine uygular. Onun sağduyu eylem felsefesinin anlaşılmasında aktif güç kavramı önemli bir yere sahiptir. Ona göre failler eylemlerini gerçekleştirmede aktif bir güce sahiptir. Bu güç onları diğer varlıklardan ayırır. Bu aktif gücün fail tarafından kullanılmasının adı eylemdir. İnsan failliği ve özgür irade kavramlarına merkezi yer vererek insan failliğini gerçeklik alanına taşımaya çalışır. Çünkü eğer failin ahlaki bir yönü ve kişiliği olmazsa ahlaki özgürlük hiç bir anlam ifade etmez. Bu nedenle ona göre aktiflik bir değişim ortaya koymak için eylemeye yönelik bir güçtür ki, yalnız değişim ortaya koyabilecek varlıklarda bulunur. Gerçek eylemlerin iradi zihinsel eylemler sonucu ortaya konduğunu ve ahlaki yargıların akıl tarafından algılanan nesnel doğrular olduğunu iddia eder. Bu çalışma Reid’in bu iddiaları çerçevesinde şekillenen ahlaki zorunluluğun doğasına işaret eder. Özgür irade problemi konusunda onun eylem felsefesinin katkılarını sorgular.
Mirza, Gözde Aynur: “Feminist Araştırmalarda Etiğin Merkezi Konumu”, Akdeniz Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Dergisi, C. 7, No: 2, 2024, s. 860-881.
Öz
Sosyal bilimsel araştırmaların merkezi konumunda yer alması dolayısıyla çok önemli bir yere sahip olan etik, araştırmaların her bir aşamasında ilişkili bilimsel disiplinin belirlediği kodlarla birlikte bizzat araştırmacı tarafından dinamik bir biçimde dikkate alınması gereken bir boyutu ortaya koyar. Etik, sosyal gerçekliğin doğası gereği bağlamsallığın göz önünde bulundurulduğu, felsefi köklerinin canlı tutulduğu bir faaliyet alanıyla ilişkilendirilmelidir. Bu bağlamda etik boyut, kavramın tam anlamıyla işaret ettiği uygun, zararsız olanın hedeflendiği bir ilerleyişte, belirlenmiş etik kodların rehberliğinde ve bu kodların birebir dikkate alındığı ancak aynı zamanda araştırmacının kendisini çok yönlü bir sorgulama eylemine yönelten bir çerçevede kavranmalıdır. Bu yaklaşım, etiği sıklıkla görüldüğü üzere araştırmanın teknik bir boyutu olmaktan çıkaracaktır. Bu bakış açısı, durağan olmayan ve farklı katmanlara sahip sosyal gerçekliği hem tam anlamıyla kavramak hem sosyal gerçekliğin üreticisi olan bireyler ve toplulukların herhangi bir zarara maruz kalmamasını sağlamak açısından önemli olduğu gibi doğru yöntemin ne olması ve nasıl işlemesi gerektiğine de ışık tutar. Özellikle feminist araştırmalar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ve bağlantılı olarak farklı tipteki eşitsizlik hallerine odaklanmaları ve aynı zamanda dönüşümü hedeflemeleri dolayısıyla etik boyut açısından yeni bir alan açar. Bu alan, feminist araştırmalarda etiğin hayati bir önemi olduğunu ortaya koyduğu gibi özellikle saha çalışması aşamasında etiğe yönelik yeni sorular üretmek açısından dikkate alınmalıdır. Araştırma katılımcılarının sesinin tam anlamıyla, öznelliklerinin ve kendilerini kuşatan hegemonik yapının çözümlenerek duyulabilmesi ancak etiğin tüm boyutlarının göz önünde bulundurulmasıyla mümkün olabilir. Bu anlamda, feminist araştırmalarda etik boyutun kazandırdığı dönüştürücü perspektif, çeşitli ihlalleri önlemesinin dışında toplumsal gerçekliğin farklı katmanlarını açığa çıkarması dolayısıyla feminist yaklaşımının özüyle birebir ilişkilidir. Bu bakış açısı, durağan olmayan ve farklı katmanlara sahip sosyal gerçekliği hem tam anlamıyla kavramak hem sosyal gerçekliğin üreticisi olan bireyler ve toplulukların herhangi bir zarara maruz kalmamasını sağlamak açısından önemli olduğu gibi doğru yöntemin ne olması ve nasıl işlemesi gerektiğine de ışık tutar. Özellikle feminist araştırmalar, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ve bağlantılı olarak farklı tipteki eşitsizlik hallerine odaklanmaları ve aynı zamanda dönüşümü hedeflemeleri dolayısıyla etik boyut açısından yeni bir alan açar. Bu alan, feminist araştırmalarda etiğin hayati bir önemi olduğunu ortaya koyduğu gibi özellikle saha çalışması aşamasında etiğe yönelik yeni sorular üretmek açısından dikkate alınması gereken bir alandır. Araştırma katılımcılarının sesinin tam anlamıyla, öznelliklerinin ve kendilerini kuşatan hegemonik yapının çözümlenerek duyulabilmesi ancak etiğin tüm boyutlarıyla dikkate alınmasıyla mümkün olabilir. Bu anlamda, feminist araştırmalarda etik boyutun kazandırdığı dönüştürücü perspektif, çeşitli ihlalleri önlemesinin dışında toplumsal gerçekliğin farklı katmanlarını açığa çıkarması dolayısıyla feminist yaklaşımının özüyle birebir ilişkilidir.
Misafir, Selim: “Devletin Cezalandırma Yetkisinin Toplum Sözleşmesi̇ ve Meşrui̇yet Ekseni̇nde Temellendi̇ri̇lmesi̇”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 26, No: 2, 2024, s. 1703-1727.
Öz
Devlet gibi toplumsal yapıların henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde de cezalandırmaya başvurulduğu görülmektedir. Cezalandırmanın ilk görünümleri diyebileceğimiz sistematik olmayan bu uygulamalarda, kamusal bir yetki söz konusu değildir. Devletli toplumların ortaya çıkışı ile cezalandırma yetkisinin zamanla devlet tekeline geçtiği öne sürülür. Toplum sözleşmesi teorisine göre, siyasal toplumu kurmak amacıyla hareket eden insanlar; cezalandırma yetkisini devlete devretmişler ve böylece bu yetki devlet tekeline girmiştir. Modern devlet ile devletin cezalandırma yetkisi, meşru şiddet tekeline sahip egemen gücün yönetimi altında işlerlik kazanmıştır. Tarihsel süreç itibariyle egemenlik anlayışında yaşanan dönüşümün söz edilen cezalandırma yetkisinin kullanımını ve genel olarak cezalandırma sistemini etkilediği görülmektedir. Günümüzde egemenliğin sınırsız olmamasına uyar biçimde devletin cezalandırma yetkisinin sınırsız olduğundan söz edilememekte ve dolayısıyla toplumsal yaşamın devamı bakımından kaçınılmaz olduğu bir gerçek olan bu yetkinin meşruiyetinin kimi durumlarda sorgulanması gündeme gelmektedir. Bu çalışmanın amacı, değişime uğrayan ceza adalet sisteminde devletin üstlenmiş olduğu rolün toplum sözleşmesi teorisi ekseninde kamu hukukundaki izleri ve hukuki temelleri bakımından meşruiyeti üzerinde durmaktır.
Mollaer, Fırat: “Kant Sonrası Siyaset: Schiller’de Estetik-Siyaset, Estetik Devlet ve Cumhuriyet”, Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, C. 23, No: 3, 2024, s. 248-270.
Öz
Bu makale Kant sonrası siyasi düşüncenin en önemli uğraklarından biri olan Schiller’in düşüncesini estetik-siyaset ilişkisi açısından incelemektedir. Schiller, Kant felsefesine yönelik ilk siyasi yorumlardan birini ortaya koyar. Böylece Kant sonrası siyaseti düşünmenin başat örneklerinden biri haline gelir. Schiller, Kant felsefesiyle giriştiği eleştirel diyalog ile düşüncesini geliştirirken 20. yüzyılda Kant’ın felsefesinin siyasi yorumunu yapan Hannah Arendt gibi siyaset filozoflarını önceler. Söz konusu eleştirel diyalogun en önemli boyutu, estetik ile siyaset arasındaki bağın kurulmasıdır. Schiller’in siyasi düşüncesinde estetiğin siyasi alan için temel özgürlük ölçütlerini belirlemek gibi yapısal bir işlevi bulunmaktadır. Schiller’in siyasi düşüncesi, Kant felsefesinin yanı sıra, Fransız Devrimi ve modernliğin gölgesinde biçimlenmiştir. Schiller kendi kuşağının pek çok idealist ve romantik düşün insanı gibi Fransız Devrimi’nin siyasal modernlik anını önce onaylamış, ardından devrimci şiddetin boyutlarıyla ilişkili olarak bir eleştiri de geliştirmiştir. Schiller, aynı zamanda modernliği bir “büyübozumu” olarak niteleyen ilk düşünürlerden biridir. Daha önemlisi, Schiller, modernliğe yönelik bu tutumunu yeni bir estetik-siyasetin yaratılmasına yönlendirir. Schiller’in siyasal modernliğin mekanik devlet anlayışı ile modern büyübozumuna karşı ortaya koyduğu siyaset “estetik devlet”in inşa edilmesidir. Estetik devlet şu anlamlara gelmektedir: Birey-toplum dengesinin kurulduğu, devletin bireyler üzerinde salt baskı ve güç uygulayan yabancı bir siyasal örgütlenme olmaktan çıktığı yeni bir devlet; mekanikleşip kişi ötesi (gayrı-şahsi) bir varlığa dönüşmüş modern devletin yerini alan, devletin estetikleşerek bireylerin duyusal ve estetik ihtiyaçlarına uyarlandığı siyasal biçim; akıl ve duyular arasında bölünüp parçalanmış modernliğin “yara”larını tedavi edecek bir siyasal çözüm.
Oğuz, Özgür: “Çalışma Hayatında Algoritmik Ayrımcılık”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 1851-1886.
Öz
Gelişen bilişim teknolojileri, beraberinde önemli fırsatlar getirdiği gibi kimi risklerin de kapısını aralamaktadır. Algoritmik yönetim araçları, modern işyerlerinde verimliliği artırmak için sıklıkla kullanılmaktadır. İşe alım süreçleriyle başlamak suretiyle işçilerin denetlenmesi ve hatta işten çıkarılması gibi birçok süreçte yer alan algoritmalar işçi hakları açısından önemli endişeler doğurmaktadır. Algoritmaların önyargı içermesi ve ayrımcı sonuçlar doğurması, algoritmik ayrımcılık adı verilen sistematik ayrımcılığın kapısını aralamaktadır. Algoritmik ayrımcılığın geri çevrilemez sonuçlarına bir an önce cevap verilebilmesi adına hukukçuların potansiyel riskleri etraflı bir şekilde analiz edip mevzuatın güncellenmesine ön ayak olmaları gerekmektedir. Ancak, endişelere cevap verebilen bir hukuki zemin hazırlandığında algoritmik araçların avantajları işçi hak ve özgürlüklerini kısıtlamadan kullanılabilecektir.
Orhan, Salim: “Modern Devlet’in Karanlık Yüzü ve Devlet Suçları”, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 28, No: 2, 2024, s. 475-514.
Öz
Modern devlet, siyasal iktidarın kurumsallaşmış ve merkezileşmiş biçimi olarak, meşru şiddet tekelini elinde bulunduran yarı-tanrısal kapasiteye sahip bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Bu tanrısal gücün toplum üzerindeki tecellisi ve tezahürü, uygarlık ile barbarlık sarkacında olabilmektedir. Bu çalışma, modern devletin kavramsal doğuşunu, kuramsal temellerini ve tarihsel pratiklerini derinlemesine inceleyerek modern devletin karanlık yüzüne ve bu yüzün bir yansıması olan devlet suçlarına odaklanmaktadır. Öncelikle, modern devletin kavramsal kökenleri ve kuramsal temelleri ışığında, bu yapının barış ve güvenliği sağlama iddiasıyla ortaya çıktığı, ancak gerçekte şiddet ve korku üzerine inşa edilmiş bir yapı olduğu vurgulanmaktadır. Ardından, modern devletin uygarlık ile barbarlık sarkacındaki konumu detaylı bir şekilde ele alınmakta; özgürlük ve güvenlik/barış vaatlerinin arkasında daha yoğun ve kapsamlı şiddet ile cezalandırma pratiklerinin mevcut olduğu ayrıntılı olarak tartışılmaktadır. Çalışmanın son bölümünde, devlet suçlarının modern devletin karanlık yüzünün bir tezahürü olduğu ve bu suçların devletin yapısal ve işlevsel özelliklerinden kaynaklandığı belirtilmektedir. Bu çalışma, modern devletin hem aydınlık/uygarlık hem de karanlık/barbarlık yüzlerinin birlikte var olduğunu ve bu iki yönün de devletin doğasına içkin olduğunu savunarak, devletin koruyucu olduğu kadar tehdit edici ve yıkıcı bir doğaya sahip olduğunu ortaya koymaktadır. En sonunda ise, devlet suçlarının kontrol altına alınmasının, insan haklarına dayalı çoğulcu bir demokrasi ile mümkün olacağı belirtilmektedir.
Redecker, Eva Von, Amy Allen, Rahel Jaeggi: “İlerleme, Normatiflik ve Toplumsal Değişimin Dinamikleri - Rahel Jaeggi ve Amy Allen ile Bir Fikir Teatisi”, ViraVerita E-Dergi, No: 20, 2024, s. 182-211.
Öz
Çağdaş eleştirel teorinin iki önemli düşünürü olan Amy Allen ile Rahel Jaeggi’nin elinizdeki çeviride bir başka eleştirel teorisyen Eva von Redecker’nın Berlin’de onlara yönelttiği soruları cevapladıkları bir röportaj yer almaktadır. Her iki düşünür de sorulan sorulara karşılık, temel olarak toplumsal değişimin imkanlarına dair ve değişimin dinamiklerinin nasıl analiz edilebileceği üzerine derinlemesine bir tartışmaya girmektedir. Bunu yaparken eleştirel teorinin iki farklı hattını temsil eden Allen ve Jaeggi, öncelikle eleştirel teorinin farklılaştığı ve zenginleştiği çeşitli kaynakları (Kant, Hegel, Foucault, Nietzsche vb.) açıklamakta ve farklı teorik tutumları göz önüne sermektedirler. Daha sonra toplumsal değişim ve dönüşümleri değerlendirirken başvurulan ilerleme ve gerileme kavramlarının yüklendiği anlamları tartışmaktadırlar. Ayrıca Batı-Avrupa merkezli tarih yazımının ve ilerleme fikrinin sorunlu bir politik ve ideolojik tutum içerdiğini ve teleolojik tarih anlayışının sakıncalarını ele almaktadırlar. Bunun yanı sıra, Allen ile Jaeggi’nin farklılaşan yaklaşımları ekseninde, ileriye dönük ilerleme ve geriye dönük ilerleme kavramı başta olmak üzere tarihsel gelişmeleri hangi kavram setleri ile tartışmamız gerektiğine dair zengin bir tartışma metinde yer almaktadır.
Sağlam, Ali: “Hukuki Belirsizlik Tartışması Bağlamında Doktora Yeterlik Sınavına Yönelik Eleştiriler”, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 19, No: 222, 2024, s. 1083-1106.
Öz
Hukuk olgusunu objektif, belirli ve öngörülebilir kılma çabaları modern hukuk düşüncesinde farklı yaklaşımların ortaya çıkmasına vesile olur. Bu kapsamda Eleştirel Hukuk Çalışmaları düşünürleri, hukukun değerden bağımsız, tarafsız, nesnel ve öngörülebilir olmadığını savunmaktadır. Hukuka içkin belirsizlik, hukukun taraflılığının görünümlerinden birisidir. Çalışmamızda, hukuki düzenlemelerdeki taraflılığın, kimi paydaşlar aleyhine belirsizlikler şeklinde tezahür ettiği kabulünden hareketle, Türkiyc'dc doktora yeterlik sınavına ilişkin düzenlemelerdeki hukuki belirsizlikleri açıklamakta ve söz konusu belirsizliklerin büyük oranda doktora eğitim sürecinin paydaşlarından olan "öğrenciye" yönelik olduğunu iddia etmekteyiz. Öğrencileri olumsuz şekilde etkileme potansiyeline sahip hukuki belirsizlikler, diğer tarafta yeterlik sürecini yöneten ve yürüten görevlilere geniş takdir alanları sunmaktadır. Keyfi uygulamalara yol açma potansiyelini içerisinde barındıran belirsizlikler, lisansüstü eğitimin hukuki çerçevesini oluşturan mevzuatta yaygın vaziyette bulunmaktadır. Çalışmamız kapsamındaki inceleme ise doktora yeterlik sınavına ilişkin düzenlemelerle sınırlandırılmıştır. Belirsizliklerin bir örüntü biçiminde öğrenciyle yönelik olması, düzenlemelerde yeterlik sürecini yöneten ve yürüten görevlilerin "bakış açısının" referans alındığını göstennektedir. Bu durumun belirsizlik bağlamında hukuk olgusunun taraflılığına yönelik bir örnek oluşturduğunu değerlendinnekteyiz
Sağlam, Ali: “Modern Yargılama Süreçleri Bakımından Hukuk ve Oyun İlişkisine Bir Bakış”, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 32, No: 4, 2024, s. 2895-2910.
Öz
Johan Huizinga, Homo Ludens isimli çalışmasında oyun olgusunu antropolojik açıdan ele alarak uygarlığın kurucu bir unsuru olarak değerlendirmektedir. Oyun siyaset, savaş, şiir, sanat ve felsefe gibi pek çok alanda kültür yaratıcı işlev üstlenmektedir. Hukuk tarihte oyunsal niteliğin gözlemlendiği bir diğer kültür alanıdır. Huizinga’ya göre bu durum en açık biçimde yargılamalarda belirginleşir. Fakat modern dönemde gerçekleşen dönüşümler gündelik yaşamdaki oyunsallığı sönümlendirerek, oyun ile oyun olmayan arasındaki farkı belirsizleştirmektedir. Çalışmamızda Huizinga’nın oyun ile hukuk arasında kurduğu ilişkiden hareketle, hukuka içkin oyunsallığı modern dönem bakımından ele almayı amaçlamaktayız. Böylelikle hukuk ve oyun ilişkisinin değişen görünümlerini sorgulamanın günümüz yargılama süreçlerine olan bakış açımızı zenginleştireceği kanısındayız.
Schrijer, Bilge Bingöl; Aydın, Özgür : “Sosyal Devlette İnsan Onurunun Korunması Bağlamında Borçlunun Haczedilmezlikten Feragati”, Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 14, No: 2, 2024, s. 1047-1091.
Öz
Sosyal devlet düzeninde alacaklı ve borçlu arasındaki ilişki hassas bir dengede cereyan etmektedir. İcra sisteminin temeli borcun ödenmesi ve bu sayede ekonomik sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi fikrine dayanmaktadır. Ancak bu sistemin insan hakları ile temellendirilmiş bir anlayışla yürütülmesi gerekmektedir. Borcun ödenmesi açısından zorlayıcı son aşama olan haciz ise insan onuru ile doğrudan bağlantılıdır. Haciz işleminde borçlunun malları ya da gelirleri devlet gücü ile borcuna karşılık olarak cebren kendisinden alınır. Hukuk sistemi, söz konusu cebri işlemin sınırını “insanca yaşam”, “asgari yaşam” gibi kavramlarla çizmiş olsa da kavramların soyutluğu uygulamanın önemini ortaya çıkartmaktadır. Uygulamada ise yargı yerleri sıklıkla “asgari yaşam standardı” kavramına atıf yapmaktadır. Ancak söz konusu kavramdaki “asgari” sözcüğü retorik olarak “dibe doğru yarış” fikrini ortaya çıkartmaktadır. İcra İflas Kanunu’nda haciz ve insan onuru ilişkisinin belirdiği en hassas hususlardan birisi de Kanun’un 83/a maddesinde düzenlenen haczedilmezlikten feragat kurumudur. Haczedilemez mallar, insan onuru ile temellendirilmiş bir sosyal devlet düzeninde kişilerin “onurlu” bir yaşam sürmeleri için devlet tarafından korunan bir garantidir. Ancak hukuk sistemi söz konusu garantiden belli koşullar altında feragat edilmesine izin vermiştir. Üstelik böylesine önemli bir irade beyanının zımnen yapılmış olacağı dahi hukuk sisteminde kabul edilmektedir ki kanımızca bu husus sosyal bir hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Haczedilmezlikten feragat olgusu sosyal devlet ilkesi ve insan onuruna aykırıdır. İcra ve İflas Kanunu’nda 2023 yılında haczedilemez mallar ile ilgili önemli bir değişiklik yapılmıştır. Değişikliğin gerekçesi insanın onurlu bir yaşam sürmesidir. Ancak feragat kurumuna ilişkin bir düzenleme yapılmamıştır.
Sevinç, Tuğba: “Ebedi Barış’ın Çağdaş Yorumları Üzerinden Kant’ı Yeniden Okumak”, Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, C. 23, No: 3, 2024, s. 92-127.
Öz
Sınırların kalktığı kozmopolit bir dünya düzeninin ve bir dünya vatandaşlığı idealinin tesis edilebileceğine ilişkin umudun giderek zayıfladığı, buna karşın sınırları korumaya yönelik eğilimlerin ve ulus kimlik vurgusunun yükseldiği günümüzde, birçok çağdaş siyaset felsefecisi artık sınırları ve ulus devleti verili ve değişmez kabul ediyor ve (liberal) ulus devletlerin küresel yahut devletler üstü dayanışmanın en temel kaynağı olacağını iddia ediyorlar. Küresel siyasette ve siyaset felsefesindeki bu eğilimler göz önüne alındığında iki eseri yeniden birlikte okumamız gerekiyor. Bunlardan ilki, bu konuda öncü bir eser olan, barışı tesis edebilmek için uluslararası bir devlet federasyonunun zorunluluğuna işaret eden Kant’ın Ebedi Barış Üzerine taslağı. Diğeri ise siyaset felsefesindeki yukarıda özetlediğim güncel gelişmeleri tarihsel olarak önceleyen, zamanının küresel eşitlik ve sınırların esnediği/kalktığı kozmopolit uluslararası düzen tahayyüllerinin gerisine düşmekle sert bir biçimde eleştirilmiş John Rawls’un Halkların Yasası eseri. Rawls, bu eserde Kant’ın fikir olarak önümüze koyduğu bir devletler federasyonunun uluslararası düzlemde nasıl oluşturulabileceğine ilişkin ideali (yol haritasını) resmetmeye ve halklar arasında Kantçı bir hipotetik sözleşmenin nasıl olabileceğini somutlaştırmaya çalışıyor. Bu çalışma, Rawls’un uluslararası siyaset teorisindeki Kantçı izleği sürmeye çalışarak, Halkların Yasası’nın ne ölçüde Kant’ın Ebedi Barış Üzerine eserinde ortaya koyduğu uluslararası barış fikrini geliştirdiğini ve günümüz toplumlarının şartlarına uyarladığını incelemeyi hedefliyor. Aynı zamanda, Rawls’un Kant yorumuna gelen Seyla Benhabib ve Thomas Pogge gibi kozmopolit Kantçı eleştiriler üzerinden Kant’ın siyaset teorisini yeniden okumayı ve değerlendirmeyi hedefliyor.
Söğüt, İpek Sevda; Yarli, Sureyya Kardelen: “Tıbbi Korunma Hakkı Bağlamında HPV Aşısı ve Toplumsal Cinsiyet”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 26, No: 2, 2024, s. 1097-1126.
Öz
Human papillomavirus olarak tıp literatürüne giren HPV, sadece belirli bir kesimin karşılaşabileceği ya da belirli bir kesimde sağlık sorunlarına yol açan bir virüs değildir. Günümüzde toplumun her kesiminden, her türlü hayat tarzından, cinsel kimlik ve yönelimden bireylerin bu virüsle karşılaşabilmesi mümkün olduğundan, toplumun ilgili virüsün risklerinin bilincinde olması gerekmektedir. Bilimsel araştırmalar göstermektedir ki, HPV ile ilişkili enfeksiyonların önlenmesinde tarama programları ve aşılar etkilidir. HPV aşısı ülkemizde halen ulusal aşılama programına alınmamıştır ve ilgili aşıya erişim yüksek bir maliyetle söz konusu olmaktadır. Bu çalışma ile amaçlanan; öncelikli olarak tıbbi korunma hakkı çerçevesinde HPV aşısına ücretsiz erişimin hukuki dayanaklarını ortaya koymak, sonrasında Türkiye’de mevcut güncel aşı politikası karşısında HPV aşısında yürütülen hukuki süreç hakkında bilgi vermek, HPV aşısına yaklaşımlar, HPV farkındalığı hakkında yayınlanan bilimsel araştırma sonuçlarını paylaşmak ve HPV’nin feminizasyonunun yol açtığı cinsiyet eşitsizliğini sonuçları bağlamında konunun toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alınmasıdır.
Şahin, Hanife: “Kadın İktidarı Bağlamında Macbeth ve IV. Murat Oyunlarını Karşılaştırmalı Bir Okuma”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 26, No: 4, 2024, s. 1455-1480.
Öz
Karşılaştırmalı edebiyat, hem farklı ülkelere ait eserlerin benzer ve farklı yönlerini ortaya koymaya çalışması hem de aynı ülkeye ait benzer tema, olay veya kavramlara sahip olan iki veya daha fazla eserin mukayese edilerek incelenmesidir. Karşılaştırmalı okuma, eş zamanlı eserlere uygulanabileceği gibi farklı zamanlarda yayımlanan eserlere de uygulanabilir. Çalışmada, William Shakespeare’in Macbeth oyunuyla Ahmet Turan Oflazoğlu’nun IV. Murat oyununda iktidar kavramı ve kadın karakterlerin iktidar uğruna verdiği mücadeleler karşılaştırmalı olarak okunmaya çalışılmıştır. İktidar kavramının edebiyatın hemen her alanında kendine yer edindiği söylenebilir. İktidar kavramı, bazen bir yönetim bazen yönetimi elde etmek için verilen mücadele şeklinde kendini gösterir. Kadın ve iktidar bağlamında Lady Macbeth ile Kösem Sultan arasındaki benzerlikler üzerinde yoğunlaşılmıştır. Oyunların kurguları, karakterlerin iç bunalımları, kadın karakterlerin temsil ettikleri karanlık imgesi ve kişilerin sonları üzerinde durulmuştur. Her iki oyunda da iktidar için verilen fiziksel ve zihinsel savaşlardan bahsedilmiştir. Ayrıca iktidar için topyekûn bir mücadele içine giren karakterlerin psikolojik bunalımlara daha fazla dayanamayarak öldükleri görülmüştür.
Şakar, Mehmet Cafer: “Leviathan’ın Adaleti”, Dört Öge, No: 25, 2024, s. 37-50.
Öz
Descartes’ın cogito ergo sum iddiası felsefe tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Sistematik şüphenin bir sonucu olarak kendi varoluşunun kesinliğine varan özne tüm öteki varoluşların nesnel ilkesine dönüşür. Descartes her ne kadar epistemolojik veya ontolojik bir noktadan hareketle bu ilkeye varmış olsa da bu ilke sonrasında öteki alanlarda da merkezileştirilir. Başka bir ifadeyle varoluşun merkezine yerleşen özne sanat, edebiyat, etik ve politika alanlarında da merkezi bir öneme sahip olur. Hobbes’un siyaset felsefesinin temel kaynağı olan Leviathan eseri bağlamında adalet problemini ele alan bu çalışma öncelikli olarak modern dönemle başlayan doğal hukuk düşüncesindeki dönüşümü, başka bir ifadeyle teolojik doğal hukuktan rasyonel doğal hukuka geçişi, bununla ilişkili olarak doğal hak (jus naturale) ve doğa yasası (lex naturalis) kavramlarını ele alacaktır.
Topuzkanamış, Engin: “Ahlâk ve Hukukun Kökenleri Hakkında Bir İnceleme”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 26, No: 2, 2024, s. 1127-1153.
Öz
Hukuk felsefecilerinin, hukuk ve ahlâk arasındaki ilişki hakkında süregiden ve bitmek bilmeyen tartışmaları, bilimsel verileri pek dikkate almadan sürdürülmektedir. Hukuk sosyolojisi, ahlâk ve hukukun toplumsal kaynaklarına vurgu yapsa da son otuz kırk yıl içerisinde gerek nörobilim alanındaki çalışmalar gerekse hayvan davranışlarının daha yakından gözlenmesi ile elde edilen bilgiler henüz gerekli ilgiyi görmemiştir. Ahlâkî “tabiatımız” metafizik bir ilke veya evrensel bir aşkın yasadan değil, bir arada yaşama zorunluluğunun ortaya çıkardığı ilişkilerden doğar. Hem hukuk hem de ahlâk insan tekine dışsaldır. Her ikisi de güç ilişkilerinin bir sonucudur. İnsanın bireysel olarak etik varlığını inşa edebilmesi, bu kavramların gerçek mahiyetinin araştırılması ile mümkündür.
Ülker, Gözde: “6701 Sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu Kapsamında Eşitlik İlkesi ve Ayrımcılık Yasağı”, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 28, No: 2, 2024, s. 515-565.
Öz
Eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağı hem hukukun genel ilkesi hem de bir hak olarak pozitif kuralları etkileyen önemli bir ilkedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesinde “ayrımcılık yasağı”, 1982 Anayasası’nın 10. maddesinde “kanun önünde eşitlik” başlığıyla düzenlenmiştir. Ayrıca, eşit muamele görme hakkının güvence altına alınması ve ayrımcılıkla etkin bir şekilde mücadele edilmesi amacının da olduğu 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu 20 Nisan 2016 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa’da farklı başlıklar altında düzenlenmiş olsa da eşitlik ilkesi ile ayrımcılık yasağının birbirini tamamlayan iki kavram olduğu, ayrımcılık yasağının ihlal edildiği durumlarda aslında eşitlik ilkesinin de ihlal edildiği söylenebilir. Mezkûr ilke, esasında 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu’nda, üst normlardan daha dar çerçevede düzenlemiştir. Bu çalışmada, eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağına Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 1982 Anayasası kapsamında değindikten sonra ilkenin tanımı ve kapsamı çerçevesinde 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu’nun hangi konularda üst normları referans aldığı, hangi konularda ise bu normlardan farklı hükümler getirdiğine ilişkin değerlendirmeler yapılmıştır.
Yaman, İlker: “Dijital Kamusal Mallar ve Modüler Açık Kaynak Kimlik Platformu Örneği”, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi, C. 14, No: 28, 2024, s. 223-250.
Öz
Günümüzde giderek artan sayıda mal dijitalleşmeye konu olmaktadır. Dijitalleşmeye konu olan mallardan biri de günümüzde daha fazla tartışmada kendine yer edinen dijital kamu mallarıdır. Geleneksel kamu mallarının tanımından, niteliklerinden ve finansman mekanizmalarından farklılaşarak dijital kamu mallarının büyük bir ekonomik potansiyele sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Açık kaynaklı yazılımları, verileri, yapay zekâ modellerini, standartları ve içerikleri Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ile birleştiren dijital kamu malları maliyetleri düşürerek devletlerin dijital kamu altyapısını inşa etmesine katkıda bulunmakta ve ekonomideki farklı aktörler arasındaki iş birliğini artırmaktadır. Ancak dijital kamu malları sağlayabileceği potansiyel yararlara rağmen hala finansman zorlukları ile mücadele etmektedir. Bu çalışmada dijital kamu malları kavramı teorik olarak tanıtılmakta ve bu tür malların geleneksel kamu mallarından farklılaştığı ve uygun düştüğü noktalar ortaya konulmaktadır. Ayrıca bu konudaki pratik anlayışımızın daha fazla gelişmesi amacıyla dijital bir kamu malı olan Modüler Açık Kaynak Kimlik Platformu kamusal mal boyutundan incelenmektedir.
Yay, Serdar; Zenginer, Hamza Onur : “Hukukun İktisadi Analizi: Eleştiriler, Tartışmalar ve James M. Buchanan’ın Görüşleri”, Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi, C. 16, No: 2, 2024, s. 209-227.
Öz
İyi bir hukuk sistemi ve düzeni olmadan, iyi işleyen bir iktisadi sistemden ve düzenden bahsetmek mümkün değildir. Hukukun üstünlüğü, ideal kurallar ve kurumların tesisi ve anayasal hukuk düzeni iktisadi sistemin ve düzenin başarısının temel faktörüdür. Bu anlamda iktisatçıların hukukun anlam ve önemi üzerinde durmaları önem arz etmektedir. Öte yandan iktisadi analiz ise hukukçular için önem arz etmektedir, çünkü hukukun eksikliklerinin ve hatalarının topluma maliyeti oldukça yüksektir. Bu durum, hukuk bilimini iktisadi düşüncelerden ve iktisat yöntemlerinden faydalanmayı gerekli kılmıştır. Hukukun iktisadi analizi tam bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar günümüzde büyük ilgi gören yaklaşımlardan biri olsa da hukukun iktisadi analizi kendi içerisinde ciddi tutarsızlıklar barındırmakta ve eleştirilerin odağında yer almaktadır. Bu çalışma söz konusu tutarsızlıkların ve eleştirilerin kapsamlı bir analizini sunmaktadır.
Yazıcı, Murat Fatih: “Kant’tan Kripke’ye: Analitiklik, Zorunluluk, A Priori İlişkisi”, Felsefe Dünyası, No: 80, 2024, s. 222-245.
Öz
Bu çalışmada zorunluluğun, analitik ve a priori kavramlarıyla olan bağı çağdaş felsefedeki tartışmalarla ilgisi içerisinde incelenmeye çalışılacaktır. Bu doğrultuda ilk olarak Kant’ın yargı teorisinden hareketle yaptığı sınıflandırma ele alınacaktır. Bu sınıflandırmanın epistemolojik ve semantik olarak düşünülebilecek iki veçhesi bulunmaktadır. İlk veçhesi a priori-a posteriori ayrımına, ikincisi ise analitik-sentetik ayrımına dayanmaktadır. Felsefe tarihinde, özellikle Leibniz ve Hume’un görüşlerinde, izlerine rastlanmakla birlikte, bu ayrımlar Kant’ın felsefesinde ayrıcalıklı bir konuma ulaşmıştır. Bu minvalde, Kant’ın ortaya koymuş olduğu sentetik a priori yargıların kendi felsefesindeki önemi belirtilmiş, yol açtığı tartışmalara değinilmiştir. Söz konusu tartışmalar, Öklid dışı geometrilerin ortaya çıkmasıyla birlikte belirli bir noktada yoğunluk kazanmıştır. Evrensel olarak zorunlu tek bir geometri fikrinin kaybolması, Kant’ın sentetik a priori projesinin itibar kaybetmesine yol açmıştır. Bu durum, aritmetiğin mantığa indirgenmesi fikri üzerinden farklı bir şekilde güç kazanmıştır. Böylece Kant’ın matematiği temellendirdiği saf görü anlayışının felsefî sahneden dışarıya çıkartılmasıyla karşı karşıya kalınmıştır. Öte yandan analitik felsefesinin üzerinde konumlandığı dil ve mantık temelli bir düşüncenin önü açılmıştır. Bu bağlamda, Carnap ve Ayer analitik-sentetik ayrımını savunmakla beraber, Kant’ın aksine, zorunlu ve a priori olanın analitik ifadelerle sınırlı olduğunu iddia eder. Quine ve Kripke ise farklı açılardan daha radikal bir adım atarlar. Quine, felsefe ile bilim arasında niteliksel bir ayrımın oluşmasını sağlayan a priori - a posteriori ve analitik-sentetik ayrımını eleştirir. Kripke ise bilgiye ulaşma ve nesneleri adlandırma biçimlerine ilişkin geleneksel anlayışı sorgulayarak zorunluluğun analitik ve a priori olandan farklı boyutları olabileceğini öne sürer. Bu çerçevede, 20. yüzyılın ikinci yarısında modal mantıktaki ve dil felsefesindeki tartışmaların etkisiyle birlikte yeni bir anlayış gelişmeye başlamıştır. Zorunluluk kavramının analitik ve a priori kavramlarıyla arasındaki ilişkinin farklılaştığı bu safha metafizik açıdan özcülüğün gündeme gelmesine sebep olmuştur. Böylece Kant’ın yargı sınıflandırmasının aksine, zorunlu a posteriori ve olumsal a priori gibi önermeleri içeren yeni bir felsefi çerçeve ortaya çıkmıştır. Yazıda, çağdaş felsefenin farklı safhaları itibariyle temsil gücü olan örnekler üzerinden felsefi yaklaşımı belirleyen zorunluluk, analitiklik ve a priori kavramlarının birbirleriyle etkileşim biçimleri ele alınmaya çalışılacaktır.
Yüceler, Alkım Burak: “Mary Wollstonecraft ve Kadın Haklarının Savunusu: Feminist Felsefeye Katkıları”, FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, No: 39, 2024, s. 419-437.
Öz
Bu makalenin amacı, Mary Wollstonecraft’ın "Kadın Hakları" kavramını ve feminist felsefe üzerindeki katkılarını derinlemesine incelemektir. Wollstonecraft, 18. yüzyılın sonlarında yaşamış ve yazılarıyla kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda önemli bir etki yaratmıştır. Onun en tanınmış eseri "A Vindication of the Rights of Woman" (Kadın Haklarının Savunusu), kadınların eğitimi ve toplumsal statüsü üzerine güçlü argümanlar sunar. Makale, bu eseri ve Wollstonecraft’ın düşüncelerini, tarihsel bağlamı içinde analiz etmeyi amaçlar. Makalenin ilk bölümü, Wollstonecraft’ın hayatını ve felsefi yaklaşımını ele alarak, onun düşüncelerinin nasıl şekillendiğini ve hangi koşullar altında yazdığını açıklar. İkinci bölümde, "Kadın Haklarının Savunusu" eseri detaylı bir şekilde incelenir. Bu bölümde, Wollstonecraft’ın kadınların eğitim hakkı, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların toplumdaki rolü konusundaki görüşleri üzerinde durulur. Ayrıca, kadınların sadece eş ve anne rolüyle sınırlandırılmaması gerektiğini vurgulayan düşünceleri de tartışılır. Üçüncü bölüm, Wollstonecraft’ın feminist felsefe üzerindeki etkilerini ve onun görüşlerinin sonraki feminist hareketler için nasıl bir temel oluşturduğunu inceler. Bu bölümde, Wollstonecraft’ın düşüncelerinin modern feminizm ve toplumsal cinsiyet teorisi üzerindeki kalıcı etkileri değerlendirilir. Son olarak, makalenin dördüncü bölümü, Wollstonecraft’ın görüşlerine yönelik eleştirileri ve bu eleştirilerin nasıl karşılandığını ele alır. Genel olarak, bu makale, Mary Wollstonecraft’ın kadın hakları konusundaki devrim niteliğindeki görüşlerini ve bu görüşlerin feminist düşünce üzerindeki kalıcı etkilerini kapsamlı bir şekilde analiz etmeyi hedeflemektedir.
Zengin Özküçükparlak, Burcu: “İrade Özerkliği ve Sözleşme Adaletini Sağlamada ‘Yeni’ Bir Kavram: “Undue Influence" (Haksız Etkileme) ve Türk Hukukunda Sağlararası İşlemler Bakımundan Uygulanabilirliği”, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 19, No: 222, 2024, s. 951-988.
Öz
“Undue influence" kavramı, Common Law (Anglo-Amerikan) hukuk sisteminden kaynaklanan ve Türk hukukunda "haksız etkileme" olarak çevrilebilecek ve yeni1 sayılabilecek bir terimdir. Günlük hayatımızın merkezinde yer alan kişisel ilişkilerin istismarına ve kötüye kullanımına karşı kişilerin korunmasını sağlamak, özel hukukun işlevlerinden birini oluşturur. Bu amaçla Common Law hukuk sisteminde yer alan ve iradeyi sakatlayan hallerden biri olarak sayılan haksız etkileme kısaca “meşru olmayan veya haksız nüfuz kullanımı” olarak tanımlanabilir. Buna göre bir kimse bir hukuki işlemi başka birinin etkisi veyahut baskısı altında yapıyorsa o kişinin özgür iradesinden bahsedilemez. Hele ki bu kişi güven duyulan bir ilişkinin (ebeveyn-çocuk, hasta doktor vb.) tarafıysa, bu ilişkinin kötüye kullanılarak haksız etkilemeye yol açma olasılığı daha yüksektir. Haksız etkileme olarak nitelendirilen bir durumda, başkasının nüfuzu altında işlem yapan kişinin iradesinin ve rızasının serbest olmadığı, ruhen ve manen baskı altında bulunduğu ve iradesine haksız olarak müdahale edildiği kabul edilerek işlemin iptal edilmesine olanak tanınmaktadır. Çalışmamızda öncelikle Anglo-Amerikan hukuku kaynaklı bir kavram olarak “haksız etkileme” kurumu tanıtılarak yeni bir iptal sebebi olarak gerekli olup olmadığı ve bunun Türk pozitif hukukundaki benzer kurumlarla ilişkisi ortaya konulacak, akabinde Türk hukukunda uygulanabilirliği ve Anglo-Amerikan hukukunda daha ziyade miras hukuku alanında uygulama alanı bulan bu kurumun, özel hukuktaki diğer hukukî işlemlere teşmil edilip edilemeyeceği tartışılacaktır.
Çağrılar
Genel Kamu Hukukçuları Topluluğu 2025 Kolokyum Çağrısı
18 Nisan 2025 tarihinde Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleştirilmesi planlanan etkinlikte araştırmacıların son beş yıl içinde genel kamu hukuku alanında tamamlanmış tezlerini veya yayınlanmış monografi ya da makalelerini konu alan bildirilerini sunmalarının ardından bu çalışmaların katılımcılar tarafından yapılan katkılarla derinlemesine tartışılması amaçlanmaktadır.
Bildiri özetlerinin, 10 Şubat 2025 tarihine kadar, kolokyum2025@gkht.org adresine gönderilmesi gerekmektedir.
Detaylı bilgi için tıklayınız.
Sosyal Medya
Mihnet Değil Minnet - Perşembe Mektupları 10 - Prof. Dr. Yasemin IŞIKTAÇ
Prof. Dr. Yasemin Işıktaç, Perşembe Mektupları’nın ilk dizisinin son bölümünü geçtiğimiz ay Youtube’da yayımladı.